Volkan Tozan
Yanılgılarla malûl ve beklenti çıtasının sandık eksenine düşürülmesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Seçim, sandık, vekillik hatta belediye meclisi üyelikleri için kurulan yapay ve çıkarcı ittifak modellerinin tüm muhalefete rücu ettiği bir cinnet halindeyiz.
Bunun yanında X,Y,Z tanımlamalarıyla yeni kuşak değerlendirmeleri yapılırken yetişecek nesillerin kendiliğindenliğinden tepkisinin bizi kurtaracağından medet umuyoruz.
Bu anlamda tarihimizin en önemli toplumsal hareketini dahi “gezi aklı” başlıklarıyla pasifize/edilgen kılacak tanımlamalarla içeriğinden kopuk hale getirmeyi başardık.
Muhalefetin esas argümanı haline gelen sosyal medya ise neredeyse tek silah haline getirildi.
Mahallelerden koptuk. Yaşam alanlarımızdan uzaklaştık.
Emekten bahsetmek şöyle dursun, akademiyi dahi anlaşılmaz kelamların dillendirildiği bir tımarhaneye dönüştürdük. Dolayısıyla akademi, dahası sosyoloji gibi toplumla ilintili birçok bölüm bir nevi sosyolojik bir olgu olarak değerlendirilmesi gereken bir alana dönüştürüldü.
Sonra mahallelerimizden bahsetmeye başladık.
Gençliğin çeteleşme girdabına nasıl bilerek ve isteyerek girdiğinden söz ettik.
Birazcık imkanı olanların ise kaçış senaryolarına rağbet ettiğinden, sınıf atlamak için üst sınıfa öykünmesinden ya da “banane” lafızlarının ne kadar da yükseldiğinden bahsettik.
Halkın özgürlüğü makarnaya tercih ettiğini dile getirdik. Bizi anlamadığından dem vurduk. Cahiller sürüsü bizim de geleceğimizi belirliyordu. Oysa biz ne kadar ‘güzel’ ne kadar ‘aydınlık’ bireylerdik!
Sonra yine geçmişi andık. 68 gençliği böyle değildi dedik. 70’ler farklıydı dedik. Anılarımızı anlattık durduk.
İşin ekonomi politiği mi?
Hadi canım sende dedik.
Sedat Peker daha rağbet görülen bir isim olarak önümüze çıktı.
Solculara ne gerek vardı ki. Adam her şeyi açıklıyordu zaten.
Biz, Mansur, Kemal, Özel, İmamoğlu derken ve ezenler arasındaki çatlaklardan umut damıtmaya çalışırken atı alan gerçekten Üsküdar’ı geçiyordu.
Ama yine umutlandık!
Teğmenler yemin etmişti ya canım. Bizim de bekamız onlara aitti artık. Hepimiz “Mustafa Kemal’in askerleri” değilmiydik?
Sınıf eksenli politik değerlendirmeler mi?
Güldürmeyin bizi dedik.
Hele…
Ahh o marjinaller yok muydu?
Ne gerek vardı şimdi Saraçhane surlarına yüklenmeye. Ekrem oradaydı, Özel oradaydı, sendika başkanları oradaydı…
Üstelik çoğu da “işçi” değillerdi barikata yüklenenlerin. Nereden çıkmıştı ki bu şimdi.
Filistin’den, Lübnan’dan bize neydi ki?
Zaten Araplaşan bir toplumumuz vardı bir de onlara mı destek çıkacaktık.
Emperyalizm mi?
Keşke Avrupa demokrasisi biz de de olsaydı da birazcık nefes alsaydık.
Şimdi ne X,Y,Z kaldı ne de gezi aklı!
Kara kara düşünmeye başladık. Gelecek kuşaklardan beklenen kendiliğindenci umutların tükendiğinden bahsetmeye başladık.
O kadar yalnızlastık ki (belki de yalnız kalmak istedik) kendi partimiz ile Türkiye Meclisi dahi kurmaya kalktık.
Ana muhalefettik. Onca soruna rağmen yanıbaşımızdaki sol bir partiyi küçümseyerek öteye ittik. Olsun. Ekose ceket en çok bize yakışıyordu. Belki iktidarın yolunu dahi açabilirdi o ceket. Hem şimdi ayrışma değil uzlaşma çağındaydık. Zalim olsunlar ne olacak ki. Aslında uzlaştıktan sonra iyi birer insan olabilirlerdi.
Sol bir İttifak mı?
Ne gerek vardı şimdi canım buna. Gelenek birleşsin yeter de artardı bile.
Ama bu da olmadı. Yetmedi de, artmadı da. Ne gelenek kaldı ne de görenek.
Toplumsal çürümenin bütün varyasyonlarını tadar hale geldik.
Tutunulan hayali dalların tek tek kırıldığını görmeye başlarken sistemin uzattığı yeni bir elma şekeri var mı diye etrafımıza bakınır olduk.
Yeri geldi gençleri suçladık, yeri geldi emekçileri.
Köylüler mi?
Ah onlar yok muydu…
Artık çok geçti. Kendini kurtarabilecek olan bir dakika bile durmamalıydı bu cehennemde.
Peki ne oldu reel politiğe?
Ne oldu stratejik ufuklu adımları kolay olana tercih etmeye.
Sıkça dile getirdiğimiz toplumsal çürümenin kodlarını biraz da buradan okumakta fayda yok mu?
Yeni elma şekerleri bulunur mu bilinmez ama toplumsal çürümenin de bencilleşmenin de pik yaptığı süreçlerin son dönemecine geldik. Karanlığın en koyu halinin yaşandığı saatlere.
Keşke farkına varılabilse. Keşke örneği çokça verilen tarihsel kesitlerin dayanışma, direnme, öz gücüne güvenen iradenin niteliği kavranabilse. Savaşmadan zaferin kazanılamayacağının farkına varılsa. Umudun devrimcilerde ve devrimcilikte olduğu hatırlanabilse!
Ama her şeye rağmen ışık olan birileri var. Her şeye rağmen tarihsel birikimin ışığında o kutsal cürete sahip olanlar var. Onlar her karanlıkta, her engebede, her darbede göğsünü siper ederek geri adım atmayanlardır. Onlar yürünecek yolun zorlu olduğu kadar zorunlu olduğunun da farkında olanlardır. Kavganın yükünden gocunmayanlardır.
Bilinir ki savaş, savaş meydanlarında kazanılır. Sokak sokakta, okul amfide, emek alınteriyle, özgürlük kavga ile…
Düzenlenmiş algı biçimiyle tek biçimli robotlardan farkımız düşünme yetimiz ile eylem arasında kurulan diyalektik bağın niteliğidir.
Düzenlenmiş algı biçiminin de, öğretilmiş ve şartlandırılmış reflekslerin de panzehirinin insan doğası olduğunu biliyoruz.
Önüne çözebileceği sorunları koyan insanın kendi geleceğini ve varlığını kazanmasının yolunun kavga olduğunun binlerce yıllık birikimden süzülerek öğrenildiğini de biliyoruz.
Terk ettiğimiz, unuttuğumuz her değerin, tüm alanların bize ihtiyacı var. Geleceğimizin ancak ve ancak bunu akıllarından çıkarmayanlar sayesinde kazanılacağını biliyoruz.
Neyse ki devrimciler, neyse ki onlar var!
En önemlisi de onlar mutlaka ama mutlaka kazanacak olanlardır.
Toplumsal çürümenin dağıtılması ve onu ören, birbirine bağlayan taşların yerle bir edilmesi onlarla omuz omuza mücadeleden geçecektir.
Tercih bizim!
Ya darmaduman edilecek bir sistem ya da tarumar edilmiş nesiller.