Yolculuk Blog – Tuner Tekin
6 Şubat günü 9 saat arayla meydana gelen iki deprem benzeri görülmemiş bir yıkıma yol açtı. Türkiye’de 11 kenti ve Suriye’nin Kuzey bölgesini vuran iki depremde resmi rakamlara göre 50 binin üzerinde insan hayatını kaybetti. Gerçek sayı ise bilinmiyor, bilinmesi istenmiyor. Uzmanların neredeyse yer ve konum belirterek işaret ettikleri deprem olduktan sonra, devletin afete dönük hiçbir hazırlığının olmadığı çok acı biçimde açığa çıktı.
Siyasi iktidar yaşanan ölümlerdeki sorumluluğunu kamufle etmek için depremi “asrın felaketi” olarak nitelendirdi. Kader diyerek faturayı kendi üzerinden atmaya çalıştı her zamanki gibi. Ancak yaşanan ölümlerin çoğunun, depremler, orman yangınları, seller, covid 19 salgınlarında olduğu gibi, halkın bu tür felaketlerin yıkıcı etkilerine karşı bütünüyle savunmasız bırakıldığı gerçeğinin ürünü olduğu açıktı.
Erdoğan’ın özeleştirisi…
Depremin ardından iktidarı eleştirenleri “şimdi eleştiri değil, kurtarma, dayanışma zamanı” diyerek engellemeye çalıştılar. Sanki felaket zamanları dışında Türkiye istenilen her eleştirinin yapılabildiği bir ülkeymiş gibi. Aradan bir yıl geçtikten sonra Erdoğan belli belirsiz bir özeleştiri yaptı. Depremin ardından müdahale etmekte “biraz geç kalmış olabiliriz” diyerek. Erdoğan’ın önemsiz bir ayrıntıymış gibi ifade ettiği o zaman diliminde, kimisi kan kaybından, kimisi havasızlıktan, kimisi de soğuktan binlerce kişi öldü oysa. Normal bir hukuk düzeninde ölüme sebebiyet vermek suçuna konu olabilecek bir durumdan bahsediyordu AKP’li cumhurbaşkanı.
Devlet 72 saat ortalarda gözükmedi neredeyse. İlk 24 saat içindeyse hiç yoktu. Enkazın altında kalan insanların yardım çığlıkları duyanların yüreklerini dağladı. İnsanlar devasa beton blokların altında kalmış yakınlarının yardım çığlıklarına cevap olamamanın ıstırabı içinde, yavaş yavaş ölümlerine şahit olmak zorunda kaldılar. Kedere boğulmuş bir babanın beton bloklar arasında sıkışmış çocuğunun elini tutmuş halde çaresizce beklediği fotoğrafı acının resmi olarak hafızamıza kazındı.
Halkın canına karşı canice ihmal
Fay hatları yakınlarına ya da dere kenarlarına inşa edilen binalar, yeterli yangın söndürme uçağının bulunmayışı, seçim yatırımı imar afları, usulsüzlükler vs. Hepsi sermaye öncelikli tercihlerin ya da seçim kazanma amacının ürünü olan bu politikalar sistemin, iktidarın halkın temel ihtiyaçlarına olduğu kadar canına karşı da canice bir ihmal içinde olduğunu gösteriyordu.
Erdoğan iki gün önce Hatay’da yaptığı konuşmada bilinçli bir ihmalin olduğunu da pervasızca itiraf etti. “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi?” diyordu. “Oy yoksa hizmet de yok” anlayışının en net ifadesi olan bu sözler amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan burjuva siyaset anlayışının sakilliğinin en tipik örneği olarak arşivlerdeki yerini aldı.
Halkın canı, sağlığı kimin umurunda
Kabaca kapitalizmin zincirlerinden boşanmış hali diye tanımlanabilecek neoliberal zihniyet nezdinde kurtarılması, desteklenmesi, teşvik edilmesi gereken halk değil her zaman özel sektör/sermayedir. Halkın canı, sağlığı için yapılması gerekenler gereksiz maliyet, yüktür. Böyle olduğu için depremler, seller, orman yangınları gibi felaketler çarpan etkisinde sonuçlar üretir.
Halk yararına işlermiş gibi lanse edilen hizmetlerin hepsi de sermayenin karlarına kar katmak amacının yanında, ekonomik düzenin sermaye öncelikli niteliğini gizlemek, halk nezdinde oluşan öfkeyi yatıştırmak, dizginlemek amaçlıdır.
AKP’nin başarı hikayesi olarak propaganda ettiği otoyollar, köprüler, havalimanları, hızlı trenler temede halkın ihtiyaçlarını karşılamak için değil özel sektörü teşvik, ihya etmek amaçlı yapılmıştır. Çünkü bu düzenin mantığı sermayenin abad, halkın ise canice ihmal edilmesi üzerine kurulmuştur.
Halkın halktan başka dostu yok
Devrimci, demokratik bir halk direnişi söz konusu olduğunda neredeyse ışık hızıyla o bölgeye ulaşan devlet 6 Şubat depremleri sonrasında dondu kaldı. Acil felaket yardımı sağlamakla ilgili bir yeterliliğe, plana, daha doğrusu amaca sahip olmadığını ama halk hareketinin bastırılması için her türlü plana, programa ve kaynağa sahip olduğunu da gösterdi.
6 Şubat depremleri ardından halk büyük bir dayanışma seferberliğine girişti. Devlet güçleri oluşan öfkenin kendilerine yönelmesinin önüne geçmek dışında bir şey yapmazken, dayanışma hareketleri kendiliğinden ve hızla gelişmeye başladı. İktidar gerçek kimliğini ortaya çıkaran bu acziyet görüntüsünü tersine çevirebilmek için bir süre sonra halkın kolektif çabalarının bir kısmını kendi bünyesine almaya, yapamadıklarını ise parçalamaya çalıştı.
Halkın özgücünü tecrübe ettiği; devletin vatan haini, bölücü, yıkıcı olarak lanse ettiği devrimci, yurtsever güçlerin halk dostu niteliğinin net olarak görüldüğü sürecin yarattığı durumdan kurtulmak için girişimler yapmaya başladı.
Halk için felaket, sermaye için fırsat
Öte yandan bu afette de krizleri bir kazanç kapısı olarak gören sermaye cevvalliği en rezil biçimde kendini gösterdi. Böylesi bir felaket karşısında karlarından vazgeçmeye yanaşmak şöyle dursun, onu artırmak için fiyat yükseltenler, çadırları satan Kızılay’lar vs. sistemin halk ve insanlık düşmanı niteliğini çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu.
Asıl motivasyonu daha fazla kar elde etmek olan sermaye açısından deprem gibi felaketler, daha fazla kar elde etme dönemleridir, başka bir şey değil. Bizim felaket gördüğümüz yerde onlar fırsat görürler.
Kapitalizm doğal felaketleri büyük bir afete çevirmesi yanında gerçek felaketin ta kendisidir. Doğayı ve insan faaliyetlerinin tümünü metalaştırarak çevresel ve insani yok oluşa sebep olmaktadır. Emekçiler şunu bilmek zorundadır, enkaz altında bırakılan kapitalizm olmadıkça, o emekçileri enkaz altında bırakmaya devam edecektir. Doğal felaketler, büyük afetlere dönüşecek, ölüm hep bize düşecektir…