Gazete Yolculuk Haber Merkezi
Neoliberalizm, tekelleşmede ve sömürü-saldırı grafiğini büyütmede sınır tanımayan sermayenin son 50 yıllık atağıdır. Bunu, David Harvey’in ifadesiyle “neoliberal devlet oluşumunun ilk büyük deneyi”nin hayata geçirildiği 1970’li yılların Şili’sinden okuduğumuzda; söz konusu politikaların darbe aracılığıyla, idamlar-kayıplar-işkenceler vb. eşliğinde gerçekleştirildiğini ve devamında Şili halkının giderek yoksullaştığını, yüzde 3’lük işsizliğin bir anda yüzde 30’a vurduğunu, ülke borçlarının tavan yaptığını görürüz.
1980 ve sonrasının Türkiye’sinden okuduğumuzda; bugün artık tüm ayrıntıları ile ortaya çıkmış olan tablonun o gün, cunta eşliğinde, ABD koordinatörlüğünde tasarlandığını görürüz. Gerçekte bu tarihi, 1950 DP iktidarı ile de başlatabiliriz. Ancak 1980, yeni sömürgeciliğin temel niteliklerinin güncellenerek geliştirildiği, Türkiye’ye uluslararası işbölümü bağlamında biçilen deli gömleğin giydirildiği tarihtir. Bunun 1990’lı yıllardaki karşılığının ne olduğuna, 2001 krizi ve devamında AKP’li sürece geçişe dair çok şey söylenebilir. Ancak bugünkü sonuç bütün bunların zirvesi niteliğindedir. O günden bugüne ne planlandığının iktidarlaşmış ifadesidir.
Bugünkü gelişmeleri yerelden küresele kadar sınıfsal bağlam içinde ele alabilmek, her parçada bütünü görebilmek; nerede, nasıl, kimlerle yan yana durmak gerektiğini ve nasıl bir YOL izlemek gerektiğini isabetli biçimde görebilmek açısından olmazsa olmaz önemdedir. İşte bu yazı kapsamında böyle bir yöntemle; gündeme düşen, öne çıkan kimi örnekler üzerinden değerlendirme yapmaya ve bir pandemiye dönüşen neoliberalizme dikkat çekmeye çalışacağız.
ABD’de seçim ve iktidar politikaları
ABD’de yaklaşan seçimlerle beraber bir kez daha örneğin Trump ile Biden arasındaki farkın tartışıldığı, ABD’nin sınıfsal niteliği ve “müesses nizam” gereği kökleşmiş politikalarının kişiye göre değişeceğine dair imajın oluşturulduğu bir tablo söz konusu. Gerçekte ise örneğin delilikten, saldırganlığa adayların hangi niteliği söz konusu olursa olsun, bunlar sermayenin dönemsel politikalarının ihtiyacıdır. Başkanlığa gelen kişinin, Obama’da olduğu gibi olumlu çağrışımlar yapan niteliklerle bilinmesi olsa olsa rıza oluşturmak için bir reklam öğesinden ibarettir.
Anımsanacak olursa Trump’tan sonra Biden , barış-demokrasi, insan hakları vb. olgular üzerinden servis edilmişti. Bugün bu reklam öğelerinin bir anlamı olup olmadığını görmek için Gazze’ye bakmak yeterlidir. Özetle, ABD’de Kasım seçimlerini kim kazanırsa kazansın, önceden zaten planlanmış ve uygulanmasında yol alınmış kararlarda kalınan yerden devam edilecektir. Kimi değişiklikler söz konusu olduğunda ise bunlar, yine başkanın kişisel fikirleri değil tekellerin tercihleri bağlamında görülmelidir.
Güncel bir gelişme üzerinden örnek vermek gerekirse; 25 Mayıs 2020’de Minnesota’nın Minneapolis kentinde polisin 46 yaşındaki siyahi George Floyd‘u gözaltına aldığı sırada, 9 dakika 29 saniye boyunca diziyle boynuna basarak öldürdüğü ABD, polis yöntemleri, yasalar vb. ile geçtiğimiz günlerde Chicago kentinde 4 polisin, emniyet kemeri takmadığı gerekçesiyle durdurduğu siyahi genç Dexter Reed’e, 41 saniyede 96 kurşun sıkarak katlettiği ABD, aynı ABD’dir; sınıfsal nitelikleri, yasaları, insana bakışı vb. ile aynı ABD’dir.
Değişim elbette yaşanıyordur; örneğin araçlar işlevselliği bağlamında değişir, küresel boyutta paylaşım savaşı gereği saldırının yöntemi ve araçları yer değiştirebilir ama olgunun özü değişmez; ABD politikalarını silah, petrol, gıda vb. tekellerinin çıkarları belirlemektedir. Bunun başka türlü olması ancak halkların sürece örgütlü müdahalesi ile mümkündür.
Türkiye oligarşisi, AKP ve Erdoğan
Yukarıda ABD için yürüttüğümüz sermaye-iktidar ilişkisi bağlamındaki mantığın benzerini Türkiye oligarşisi, AKP ve Erdoğan için de yürütebiliriz.
31 Mart seçimlerinde tarihinin en düşük oyunu almasının AKP’nin politikalarını değiştireceğini, daha halkçı-kamucu vb. politikalara yöneleceğini sanmak sınıfsal bir saflık olur. Bu, Gazze ve dolayısıyla da İsrail’le ilişkiler, ekonomi vb. için de geçerlidir. Örneğin İsrail’le ticarette “kısıtlama” kararının alınmış olması olsa olsa bugüne dek her türlü ticaretin kısıtsız biçimde yapıldığının itirafı olabilir. Ve hiç şüphe yok ki Mavi Marmara döneminde olduğu gibi ileride ortaya konulacak verilerle şimdi kısıtlama dedikleri olgunun da altı boş çıkacak, bu karar bir sözlü gösteriden öte gitmeyecektir. Aynı şey ekonomi, deprem konusunda halka verilen sözlerin karşılık bulmaması vb. için de geçerlidir. Erdoğan’ın “Uyguladığımız ekonomi programının olumlu etkilerini yılın ikinci yarısından itibaren daha net bir şekilde görebileceğiz” biçimindeki sözleri kalındığı yerden devam edileceğinin itirafıdır. Başka türlü olmasının beklenmemesi gerektiği ise Türkiye’de bizzat AKP eliyle 22 yıldır inşa edilmekte olan ve zirve yapan neoliberal politikalardan görülebilir.
AKP’nin/Erdoğan’ın seçim sonuçlarından ders çıkarıp ülke kaynaklarını 5’li çete dahil tekellere değil de halka aktarma ihtimalinden söz etmek bile yukarıda belirttiğimiz gibi sınıfsal saflık olur.
Düşülmemesi gereken bir diğer saflık da Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası ilişkilerini kapattığı iddiasına inanmaktır. Anımsanacak olursa AKP, iktidarının ilk yıllarında IMF ve Dünya Bankası’nın programı kapsamında ülkenin önemli kamu varlıklarını satmıştı. İşte gerçekte hiçbir döneminde bu istikametten sapmayan AKP iktidarı bugün yine, Şimşek’in, milyar dolarlı rakamlarla övünerek aktardığı gibi ülkeyi Dünya Bankası’na borçlandırıyor.
Neoliberalizmle artan çürüme ve çeşitlenen güvenlik mekanizması
Neoliberalizmin parametrelerinden biri olan piyasalaşma, aynı zamanda her şeyin metalaşması, piyasa ahlakının (ahlaksızlığının) toplumu teslim almasıdır. Neoliberalizmin uygulayıcısı iktidarlar, toplumsal olan her şeyi dağıtmayı hedeflerine koyarken bu; sendikalara, odalara, derneklere ve kolektif davranma alışkanlıklarına müdahale ile sınırlı kalmamış, kültür ve ahlak anlamında da ele geçirme, ölçüsüzleştirerek çürütme amaçlanmıştır.
1980 sonrasında karaborsa, yolsuzluk, tefecilik artarken giderek “işini bilen vatandaş” duruşu teşvik edilmişti. Toplumsal doku ne denli bozulur, bireycilik toplumsallığın yerini alırsa bunun düzenin devamlılığı için bir güvence olduğunu bilen sistemin sözcüleri ve akıl hocaları bozulmayı giderek kumar, şans oyunları, fuhuş, kısa yoldan köşe dönme vb. yönünde geliştirmiştir.
Elbette kapitalizm koşullarında işçi ölümü, kadın ölümü, çocuk istismarı, fuhuş ve uyuşturucu satışı/kullanımı mümkündür ancak gelinen aşama, bunun sistemin nitelikleri bağlamında da olsa kendiliğinden değil planlanarak yapıldığını gösteriyor. Basına düşen “çocukların istismarına yönelik dava” dosyası istatistikleri, işçi ve kadın cinayetlerindeki artış neoliberalizm cinnetine dair kanıtlar niteliğindedir. Örneğin bu yıl çocuk istismarı şüphesiyle açılan dosya sayısı 31 bin 216’ya çıkarken 7 bin 88 kişi 2023’te istismardan mahkûm edildi.
Neoliberalizmin; kapitalizmin toplumsal dokuya işlemesi, içten fethetmesi, her ilişkiye ve her alana sinmesi anlamına da geldiğini düşünürsek, okullarda ÇEDES uygulaması ile son olarak basına düşen “MİT’in çocuklardan casusluk mektubu isteği”nin aynı mühendisliğin bir parçası olduğunu görürüz. Basına düşen haberi kısaca özetlersek:
“Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) internet sitesinde yaptığı duyuruda, 5-14 yaş arasındaki çocukları 23 Nisan’da ‘hayal güçlerini kullanmaya’ davet ediyor.
Çocuklardan, MİT’in görev alanını tanımlayan ‘güvenlik’, ‘istihbarat’ ve ‘gizli ajan’ kelimelerinden yola çıkarak resim yapmaları ya da mektup yazmaları isteniyor.
MİT’in etkinlik tanımına göre, çocuklar ‘hayallerindeki gizli ajanı’ resmedebilecek ya da ‘istihbarat’ veya ‘güvenlik’ kelimesini yazdığı mektupta anlatabilecek. Gönderilen resim ve mektuplardan seçilenler ise MİT’in resmi internet sitesinde yayınlanacak.”
Bu toplam resim, artık 7’den 70’e her insanın, her an ve her yerde neoliberal pandemiye maruz kaldığının göstergesidir. Bu tehlikenin boyutunun, yaygınlığının ve niteliklerinin doğru kavranması, mücadele hedeflerinde ve yönteminde isabeti beraberinde getirecektir.
Sol için neoliberalizm bir araç veya fırsat değil mücadele sebebidir
Neoliberalizmin sol üzerindeki etkisini çeşitli açılardan okumak mümkün. Örgütlenirken, kitlelere giderken başvurulan yöntemlerdeki başkalaşma ve eksiklerden içselleşmiş zaaflara kadar geniş bir zeminde iz sürmek mümkün. Değişimin doğru okunmasına bağlı olarak başvurulacak yaratıcı yöntemlerle, “yükselen değer” olarak kabul edilen beklentilere uygun olarak geliştirilen (neoliberalizmi fırsatmış gibi gören) ilkesiz duruşlar karıştırılmamalıdır.
Adı neoliberalizm olmasa da kapitalizmin çeşitli aşamalarında bugünkü tabloyu anımsatan süreçlerin yaşandığı biliniyor. Buna bazen savaş, bazen kriz, salgın, yokluk vb. sebep olmuştur. Bugün olduğu gibi geçmişte de bu türden dönemlerin zorlu niteliğini istismar eden, mücadele yerine uzlaşmayı, günü kurtarmayı seçen insanlar olduğu gibi her koşulda direnmenin, sorumluluk üstlenmenin ve gidişatı değiştirmenin mümkün olduğunu gösterenler olmuştur. Direnenler açlıkla, yokluk-tutsaklık ve ölümle sınanmıştır. Buna rağmen her dönem sınıfsal gerçekleri açıklayan, görünür kılan, tüm bedellere rağmen uzlaşmayan, köklü çözüm yollarını gösteren ve bu nedenlerle tarihe geçen özneler olmuştur.
Bugün, inceltilmiş yöntemlerle gerçekleştirilen fikri, ruhsal ve toplumsal işgal, insanların kendi yanılgısını kendisinin üretmesini beraberinde getirebiliyor ve buna bağlı olarak kapsam büyüten direkt veya dolaylı rıza, sistemin devamlılığının önünü açıyor.
Doğruluğu sınanmış yöntem ve araçlar yerine kolay, kestirme yöntemlerin, öğretilmiş bir yanılsama olarak yaygınlaşmasını da anlık kesitler içinde kazandırıyormuş gibi görünen gerçekte ise kaybettiren sınıf uzlaşmacı eğilimlerin solda önemli oranda karşılık bulmasını da neoliberalizmle ilişkilendirmek mümkün.
Gerçekte mücadele sebebi olması gereken piyasalaşma ve metalaşmanın, yokluk ve yoksulluğun, insanların bireycileşmesini ve içe kapanmasını beraberinde getiren parçalanmanın ve güvencesizliğin koşulladığı örgütsüzlükle malul yarış ve rekabet ortamı hiçbir şekilde ve hiçbir nedenle fırsat olarak görülemez. Devrimciler, sınıf karşıtlarına öykünemez ve kitlelerin geri yanlarına seslenemez. Tersine, gündelik hayatın kılcallarına kadar nüfuz eden neoliberalizme karşı “her an ve her yerde devrim” bilinciyle hareket eder; etmelidir.
Kısa vadede kazandırmıyormuş gibi görünse de kendi yönteminde, ilke ve değerlerinde ısrar etmek yabancılaştırıcı/yozlaştırıcı rüzgara karşı korurken aynı zamanda, en zorlu süreçlerde bile çaresiz/çıkışsız kalmamayı beraberinde getirecektir. Unutmamak gerekir ki stratejik hedefli YOL, irili ufaklı devrimlerle sınanır. Bunlardan biri de kendinde devrim yapmaktır.