Yolculuk Blog – Mehmet Yeşiltepe
Emperyalist çözümün açıktan veya utangaç savunucuları giderek artıyor. Emperyalizmin İsrail’le beraber bölgeyi yeniden dizayn olasılığı Kürt sorununun çözümü için bir “fırsat” olarak değerlendiriliyor.
Bu konuda Kuzey Irak bir örnek model olarak görülüyor. Buna göre emperyalizmin Irak’a müdahalesi Irak Kürdistanı, Suriye’ye müdahalesi Suriye Kürdistanı sorununu çözüme ulaştırmış, İran’a müdahalesi de İran Kürdistanı sorununu çözecek. Aynı mantıkla emperyalizmin olası bir Türkiye müdahalesi de bugün dillendirilmiyor olsa da savunulacak gibi görünüyor.
Programatik duruşun yerini pragmatik duruş aldı. Bir sosyalist, rahatlıkla ulusal baskının aşılmasından kesintisiz biçimde sosyalizme geçişi savunmak yerine Kürt burjuvazisi, aşiretleri vb. ile emperyalizm arasındaki kazan-kazan ilişkisini savunabiliyor; o zemine çözüm alanı olarak bakabiliyor.
Bu nedir; bize ne oldu?
Ne yazık ki bize çok şey oldu. Ve bu yeni değil. Anımsamaya çalışalım; 1983’te Demirel’e demokratlık atfedenler oldu. 1989’da Çavuşesku kurşuna dizilirken bunu demokratikleşme zannedenler oldu. Sovyet cumhuriyetlerinin çözülmesinin çok da önemli olmadığını düşünenler/zannedenler oldu. 1990’ın başlarında özelleştirmenin tehlikesine vurgu yapanları “devletten yana” olmakla suçlayanlar oldu. Küreselleşme ile enternasyonalizmi karıştıranlar, sınırların kalkması olarak görenler oldu. 2003’te Irak’a saldırı ve işgali alkışlayanlar oldu. 2007-2008 Ergenekon yargılamalarını gerçekten bir temizlik zannedeneler oldu. 2012’de Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasına olumluluk atfedenler oldu. Ve sonuçta ortaya sanki 1980 öncesinden de Marksizmden de Leninizmden de habersiz yaklaşımlar/duruşlar çıktı. Solun zemini bir anlamda internet zeminine benzedi. Herkes her konuda konuşuyor, odaklanma sorunu yaşanıyor, yanlışlar doğruları baskılıyor, dolayısıyla da yöntemli konuşamıyoruz.
Mücadele mi uzlaşma mı?
Bu koşullarda demokratikleşme, yani demokratik sorunların burjuvazi önderliğinde çözümü artık mümkün değildir. Bunun yerine proletaryanın önderliğinde bütünlüklü bir programla kesintisiz biçimde özgürlüğe yürümek mümkündür. Bu kesintisizlik reddedildiğinde, bunun yerine emperyalizm eliyle çözüm arandığında olsa olsa emperyalizme bağımlı bir sömürü ve baskı düzeni tesis edilecektir.
Kürt sorununda demokratik çözüm neden böyle olmaz? Bu soruya yanıt ararken elbette “olur-olmaz” diye papatya falı bakacak değiliz. Emperyalist dönemde demokratikleşmenin, özgürleşmenin anahtarını Lenin net olarak gösterdi. Bu, bilinmiyor da değil. Ancak bir süredir örgütlü kazanımların ve mücadele tecrübesinin daha ileri taşınması yerine sınırlı kazanımlar karşılığında feda edilmesi (tasfiye) yolunun tercih edildiğine veya edileceğine dair duyumlar, gözlemler söz konusu oluyor. Mesele tabii ki ayak üstü bir tartışmanın konusu değil. Bir bütün halinde gelip program ve kavram setine dayanıyor.
Sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmasının, sınıfın kapsayıcılığının/birleştiriciliğinin yerine kimliğin sınırlayıcılığının konulduğu, Marksizmin ilk evrelerinde mahkum edilmiş, bugün de sınıf uzlaşmacılığının yeni versiyonu olarak gündeme gelen “radikal demokrasi”nin alternatif bir yol, bir çözüm gibi savunulduğu bir duruşla, bir paradigmayla karşı karşıyayız.
Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, safların daha kalın çizgilerle ayrıştığı bu süreçte, uzlaşma eksenli duruşun, diyalog-tavsiye vb. yöntemlerle özgürleşme sorununu çözmenin neden olanaksız olduğuna dair, son gelişmeler (çözüm, açılım iddiası) bir eğitici-öğretici sürece dönüşmeye başladı.
AKP’nin ve MHP’nin normali
31 Mart seçimlerinden hemen sonra bizzat Erdoğan tarafından başlatılan “normalleşme” süreci nasıl ki sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına bağlı normları içeriyorsa, Bahçeli tarafından başlatılan süreç de bir anlamda Kürt sorunu konusunda “normalleşme”dir; yani egemen sınıfların dışarıda ve içeride bu bağlam içindeki dönemsel ihtiyaçlarının “çözüm” adı altında dayatılmasıdır. İçinde Kürt hareketinin bileşenleri arasında “çatlak” oluşturma amacı da konjonktürden yararlanıp taşları sermaye lehine yeniden dizmek de minimal/biçimsel kimi adımlardan söz edip yılların birikimini tasfiye etmek veya düzene katmak da var.
Dünya ölçeğinde sermayenin/tekellerin savaş koşullarındaki baskın duruşu, özellikle Ortadoğu’da kendini hissettirirken, AKP’nin 22 yıllık sürecinde sermayeye/emperyalizme rüştünü ispat ettiği oranda iktidara yeni sorumluluklar yüklüyor. Bize mikrofondan dinletilen veya meydanlardan seyrettirilen daraltılmış gerekçelerin ötesinde kişi/parti ikbalini aşan boyutlarda, sermayenin tam ve kesim hakimiyetine dayanan hesaplar söz konusudur.
Burjuva siyaset zemininde “esneme” olarak da tanımlanabilecek yasa ve kurumlaşmaların sınırına gelindiği, Gazze’den/Lübnan’dan yansıyan resmin bir mesaj olarak okunması gerektiği bir aşamada iktidarla demokratikleşme adımları bağlamında “samimiyet” tartışması yapabilmek, temel önemde bir duruş/kavrayış sorununa işarettir.
Bilinir ki kendi yanılgısını kendisi üreten, gönüllü kulluğun önünü açar. Sömürge madenciliği, sömürge tarımı, sömürge emeği gibi sömürge bilinci de oluşur. Belki burada sömürge tipi demokrasiyi konuşmak gerekiyor ama yazının kapsamını zorlamış oluruz.
Yanlış tartışıyor ve öğrenemiyoruz
Özetle mevcut tablo sadece yanlış tartıştığımızı değil, öğrenemediğimizi de gösteriyor. Anımsayalım, mesele “söz” ise Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. Mesut Yılmaz, “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” ifadelerini kullanmıştı. Erdoğan, “Kürt sorunu benim sorunumdur. Her sorunun çözümünün adresi biziz” demiş, M. Akşener de “Bu ülkeyi Kürtler, Türkler, Zazalar kurdu. Kucaklaşmaya geldim” değerlendirmesini yapmıştı. Çoğaltılabilecek bu örnekler, çözüm zeminine veya çözüm iradesine değil çözüm beklentisinin nasıl istismar edildiğine, araçsallaştırıldığına dair verilerdir.
İktidarın 22 yıl boyunca yasalara her dokunuşunun daha da “daraltma” yönünde olduğu, biçimsel boyutta dahi laikliğin, cumhuriyetin, kuvvetler ayrılığının vb. varlığına tahammül edilmediği ve sonuçta ortaya mevcut rejimin çıktığı bu öğretici koşullar belli ki olup biteni görmeye/anlamaya yetmiyor. Belli ki Marksizmden uzaklaşma, çıkış yollarını, çözüm arayışlarını daraltmış durumda.
1 Ekim’den beri, yakıcı olanlar dahil, hemen tüm gündemlerin Bahçeli’nin tokalaşmasının gölgesinde kalmış olması, atılan adımın da yöntemin de sorgulanmasını gerektirecek bir durumdur. Mevcut illüzyonun dışına çıkılabildiği oranda, sınıfsal bakış pusulasının başka bir yönü gösterdiği de görülecektir.
Özetle Kürt hareketi, sırtını iktidara döndüğü ve çözüm tuzaklarına mesafe koyduğu, yüzünü ise Kazdağları’na (Cengiz holdingin ağaç kesmeye başladığı haberleri geliyor), Reşit Kibar’ın katledildiği yere, Polonez işçilerinin direnişine, özelleştirmelere ve sonuçlarına karşı mücadeleye veya Filistin direnişine döndüğü oranda tüm bu çelişmeler ve belirsizlikler yerini netleşmeye, belki uzun ama gerçek özgürlük yoluna bırakacaktır.