Bildik fıkradır… Padişahın sofrasına çorbadan sonra çok nefis bir karnıyarık yemeği konulmuş. Padişah bayılmış yemeğe, “Ben böyle bir lezzet görmedim, bu patlıcan ne harika bir sebzeymiş” diye methiyeler düzmüş. Bunu duyan dalkavuk hemen harekete geçip patlıcana övgüler yağdırmaya başlamış: “Bu mübarek sebzeye ne kadar şükretsek azdır. Patlıcanın her türlü yemeği keyifle yenilir. Bin bir çeşit yemeği, mezesi yapılır. Ali Nazik, şakşuka, karnıyarık, imam bayıldı, patlıcan musakka, patlıcan oturtma, kuru patlıcan dolması, hünkar beğendi, patlıcan kebabı, patlıcan ezme, islim kebabı… Say say bitmez.“
Bu yemeklerin adını duyan baş aşçı ve aşçılar sıvamışlar kolları. O çeşit bu çeşit derken her öğün bir patlıcan yemeği konmuş masaya. Padişah bir süre sonra her gün patlıcan yemekten sıkılmış. Bir gün fırlatmış çatalı elinden, başlamış avaz avaz bağırmaya: “Yeter kaldırın bu patlıcanı önümden. Ne kastınız var bana her gün bu berbat sebzeyi getiriyorsunuz önüme.”
Dalkavuk durur mu, o da başlamış bağırmaya: “Bu berbat sebzenin içinde nikotin de var. Sağlığa zararlı. Bu sebzeyi hemen yasaklayalım efendim, dikimini de, tohumunu da.“
Olayı şaşkınlıkla izleyen baş aşçı dalkavuğun kulağına eğilmiş: “Sayın dalkavuk siz değil miydiniz bu patlıcan için mübarek diyen, patlıcan yemeklerinin tariflerini yapan, patlıcanı yere göğe koymayan?”
Dalkavuk baş aşçıya bakıp: “Bana bak. Ben patlıcanın değil padişahın yalakasıyım.” demiş.
Bu fıkranın işaret ettiği türden yalakalık ilişkisine Türk basınında en uygun kişi kimdir diye sorulsa çoğu insanın aklına hemen Mehmet Barlas gelir muhtemelen. Barlas, her daim iktidarın nimetlerinden faydalanmanın yolunun iktidar yalakalığından geçtiğini iyi bilmesiyle ünlüdür ne de olsa.
Kenan Evren’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in, Erbakan’ın, Erdoğan’ın, özcesi iktidar kimin elindeyse onun yanındadır Barlas.
Yazının amacı Mehmet Barlas eleştirisi olmadığı için bu kadar yeter. Her devrin adamının köşe yazıları yazdığı Sabah Gazetesi’nin bugünkü nüshasının manşetine de çektiği röportajda söyledikleri asıl derdimiz. (Bu arada röportajı yapan kişinin soyadı Tatlıcan, girişte yer verdiğimiz fıkranın baş kahramanıyla kafiyeli bir soyadına sahip olması kaderin bir cilvesi olmalı!)
Soyut kaçan kavramları örnekler üzerinden anlatmak için güzel fırsatlar sunuyor Barlas. Röportajın içinde ifade ettiği kimi noktalar sermaye, organik aydın tavrı, siyasal temsil ilişkisi açısından ufuk açıcı nitelikte. Bakalım…
“Mehmet Barlas Mustafa Koç’u anlattı” alt başlığıyla sunulan röportaj Sabah Gazetesi’nin manşetine şu sözlerle alınmış: “Türkiye deyince akan sular durur”
Röportaj içinde Barlas Mustafa Koç’un ölümü vesilesiyle Koç ailesi ile ne kadar yakın tanışık olduğunu anlatmış bol bol. Ardından Mustafa Koç’un ve Erdoğan’ın ne kadar memleket sevdalısı olduklarını göstermek için döktürmüş:
Tatlıcan sormuş: Erdoğan ile Koç ailesinin arasının Gezi olaylarından sonra iyi olmadığını biliyoruz. Ancak Mustafa Koç’un son görüşmeyi Erdoğan ile yaptığını öğrendik. Bunun için ne söyleyeceksiniz?
Barlas’ın cevabı: “Dediğim gibi ülkenin menfaatleri bütün tartışmaların üzerindedir. Mustafa Koç’un bu tavrının aslında bütün iş dünyasına örnek olması gerekir. Erdoğan’ın devlet sorumluluğu çok büyük. İdeolojik tartışmalarla ülke menfaatini birbirinden ayırır. Eleştirisini yapar ama yatırımcıyı korur. Siyasi kavgası ile devletin çıkarını birbirinden ayırıyor. Bence doğru olan da budur. Merhum Mustafa Koç da ılımlı biriydi. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinden de Mustafa Koç’un Erdoğan ile diyaloğa önem verdiğini ve iletişimi koparmadığını anlıyoruz.“
Barlas’ın Koç ve Erdoğan’a atfederek ifade ettiği “ülkenin menfaati” sermaye çıkarının kod ismi elbette. Barlas gibilerin işlevi burjuva dünyayı “dünyaların en güzeli”, burjuvaları da “memleketin ali menfaatleri için durmaksızın çabalayan yüce gönüllü insanlar” olarak yansıtmaktır temelde.
Bu arada burjuvazinin ideolojik hegemonyasını yaratanın da temelde Barlas gibi organik aydınlar ve değişik ideolojik araçlar eliyle kendi çıkarını tüm toplumun çıkarıymış gibi sunmasında olduğunu belirtelim.
Neyse devam edelim, Mustafa Koç’un memleket sevdasına nerede tanık olmuşuzdur? İşletmelerinde çalıştırdığı işçilere emeklerinin karşılığını vermesinde mi? İşçilerin hak ve hukukunu koruyan tavrında mı?
Komşusu açken tok yatmamasında mı? (Zengin mahallesinde oturduğu için bu bahiste bir şey söylemek pek mümkün değil kendisine…)
Ulusal bağımsızlığına olan düşkünlüğunde mi? Nerede?…
Gezi sürecindeki tavırlarında mı? Koç ailesine atfedilen ve bugün kimi sol saflarda bile onlara olumluluk atfedilmesine sebep olan Divan Oteli’ni eylemcilere açan tavırları, olsa olsa AKP öncesi dönemde sahip oldukları devlet kaynaklarını yağmalamadaki önceliklerine tekrar sahip olma arzularının yansımasıydı. Ve muhtemelen o sürecin Erdoğan’ı götürebileceğine dair yanlış öngörülerinde.
Karlarının her yıl katlanarak artması ve Erdoğan ve taifesinin ilgisine bu kadar mazhar olmaları ayrıcalıklı konumlarının devam ettiğini gösteriyor. Bu noktaya varmak için yaptıkları yalakalıklar da bir bir çıkıyor ortaya.
Sonuç olarak Mustafa Koç dün cenazesinde boy gösteren emsalleri gibi en bayağısından sahip olduğu zenginliği korumak ve büyütmek için her türlü alavere, dalavere, kulis ve kumpası çeviren bir kişiydi, o kadar. Çıkarı sözkonusu olduğunda tüm tekelci burjuvalar gibi, memleketin dağını, taşını, insanını zerre kadar umursamazdı. Bunu kişisel bir tavır olarak değil, eşyanın tabiatı olarak görmek gerekir elbette.
Erdoğan’ın memleket sevgisini ise anlatmaya gerek yok sanırız. Güç, iktidar, zenginlik ve en önemlisi çıkarlarını temsil ettiği sermaye için neler yaptığı herkesin malumu. Gezi süreci, Kürdistan’da bugün olan bitenler, AKP’nin Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en pervasız sermaye yanlısı parti olarak anılmasına sebep olan politikaları vs. vs… Bütün bunlar Erdoğan’ın ne kadar memleket sevdalısı olduğunu ortaya koyar mahiyette.
Türkiye deyince akan sular dururmuş! Yalandan kim ölmüş?