“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
– çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.”
(Nazım Hikmet)
Son zamanlarda yaptığımız değerlendirmelerde sermayenin tüm kozlarını oynamaya başladığını, bunun darbe dönemlerinden farklı olarak, geçici değil sürekli olduğunu söylemiş, küresel boyuttaki hegemonya ve paylaşım savaşının bölgeye ve ülkeye izdüşümüne dikkat çekmiştik.
Sermayenin artan hakimiyetinin nasıl bir çözülmeye, bozulma ve yozlaşmaya sebep olduğu, her türlü değeri yok sayan azami kar hesaplarının insana ve doğaya etkisinin yok edicilik boyutuna nasıl geldiği çeşitli pratiklerle somut olarak izlenebilir hale geldi.
Bilinir ki sermaye için insanın önemi, kasap için kurbanın önemi kadardır. Bu acımasızlık ve nesneleştirme, sermaye-insan ilişkisinden insan-insan ilişkisine geçtiği oranda insan, bu bozulmanın hem mağduru hem de sürdürücüsü haline gelir. Bu durum, iktidarları en saldırgan, en halk ve doğa karşıtı politikalar için cesaretlendirir.
Çeşitli kuşkulara, kaygı ve değerlendirmelere sebep olan son orman yangınları, sorunun sanıldığından da büyük olduğunu, tekleşen ve tekelleşen iktidarın kendi yasa ve sınırlarını dahi tanımama konusunda kapsam büyüttüğünü gösteriyor.
Ormanları kimler neden yakıyor?
Ülkenin pek çok noktasında başlayan ve giderek yayılan orman yangınları için çeşitli yorum ve değerlendirmeler yapıldı. Özellikle iktidar sözcüleri/yandaşları tarafından yapılan değerlendirmeler ve ortaya konulan pratik, sermaye iktidarının sınıfsal niteliğini gösteren bir turnusol niteliğinde.
Yeni Şafak Gazetesi’nin eski Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül gibi yangınları PKK ve CHP ile ilişkilendirenler olurken, “Çok eski evi olanlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecek” değerlendirmesini yaparak TOKİ’nin hızla örnek model köy evi tasarlamış olmasını övenler oldu.
Yukarıdaki soru, “bu yangınlar kimlerin yararınadır” biçiminde de olabilirdi. Benzer şekilde, devletin hemen hiçbir imkanı kullanılmayarak, yangınlara seyirci kalınarak topluma ve doğaya bunca acıyı yaşatabilme durumunun nasıl göze alındığı, bunun arkasında nasıl bir hesap olduğu sorulabilir.
Bu tür sorulara doğru yanıtların verilebilmesi, sermayenin dünyadaki hemen tüm kötülüklerin, savaşların ve yıkımların birincil müsebbibi olduğunun ayırdında olmakla doğrudan ilintilidir.
Kamuflajların eridiği ve sermaye-iktidar ilişkisinin görünür hale geldiği bu aşamada, küresel ısınma ve buzulların çözülmesinden Amazonların yakılmasına, doğaya hoyrat tüm politikalardan Türkiye’deki orman yangınlarına kadar arada bir neden-sonuç ilişkisinin ve müsebbip benzerliğinin olduğunu değerlendirmek mümkün.
Plansızlık ve öngörüsüzlük mü yoksa taammüden yakmak mı?
Türkiye’de sadece ormanların değil, denizlerin, derelerin, göllerin, toprakların ve ekosistemin sermayenin insafına bırakıldığı, yağma politikalarına feda edildiği doğrudur. Ancak bu, kimilerinin eleştirdiği gibi “plansızlığın veya hazırlıksız yakalanmanın” değil, sınıfsal tercihler paralelinde planlamanın ifadesidir.
Bu konuda en çarpıcı kanıt, tam da yangınların başladığı gün 28 Temmuz 2021’de “Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un Resmi Gazete’de yayınlanmasıdır. Yürürlüğe giren kanun, kıyılar başta olmak üzere orman alanlarındaki yapılaşma tasarrufunu Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkisine bırakıyor. Hangi alanların kapsama gireceği ise doğrudan cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek.
Bugüne dek hangi sebeple başlamış olursa olsun orman yangınlarına belirli ölçü ve yöntemlerle, imkanlar dahilinde müdahale edilirdi. Bu kez ise güç ve imkanları seferber etmek yerine destekler, paylaşımlar, yardım çağrıları engellenmeye çalışıldı. Bu iradi karşı çaba, süreci önceleyen özelleştirmelerle, HES’lerle, maden politikasıyla, THK’nin etkisizleştirilmesi ve devre dışı bırakılmasıyla beraber düşünüldüğünde, mevcut sonucun plansızlığın değil planlamanın ürünü olduğu görülür.
Sermaye tüm kozlarını oynuyor
Mevcut tablo yani sermayenin dönemsel politikaları gösteriyor ki bu yangınlar ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Aynı zamanda ekonominin çöktüğü, ihracatın da ithalatın da yapılamaz hale geldiği bu koşullarda günü kurtarmak üzere her şeyi göze alabileceklerini, her yola başvurabileceklerini gösteriyor. Bunun bir yanını emperyalizme biat, işbirliği ve taşeronluk oluşturuyorsa diğer yanını ülke kaynaklarının peşkeş çekilmesi ve muhtemel tüm toplumsal tepkilerin baskılanması oluşturuyor. Resmi rakamlara göre 2020 yıl sonu itibariyle sadece madencilik sektöründe 47 bin hektar orman alanı sermayeye tahsis edildi.
Karşımızdaki bu tablo, sermayenin vahşetidir. Sermaye, insanı hiçbir hakkı olmayan bir aparat gibi kullanmak ister. Doğa dahil her canlıyı ve her şeyi araçsallaştırır ve kâra tahvil eder. Marks’ın dediği gibi “kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Bu, sermayenin doğayla, yeniden üreterek değil tüketerek ilişki kurmasıdır. Bugün olduğu gibi devletin tüm imkanlarını, orman yangınının söndürülmesi için değil devamı için kullanmasıdır.
Yangın devam ederken televizyona çıkıp “yahu yangın olur da ormandaki canlılar yanmaz mı” diyen ve yanan canlıları “et” olarak görüp parasının ödeneceğini söyleyen Erdoğan’ın, bu sözleri gibi yangın bölgesinde konvoyu ile itfaiyenin önünü tıkaması ve insanların üzerine çay paketi fırlatması da temsil ettiği sınıfın duruşunun özetidir. O duruşta, kuşların sesine, bitkilerin diline, ormanın müziğine ve bir canlılar dünyası olmasına yer yoktur. Orman ya ettir ya da kerestedir.
Yaşananlar bir kader olmadığı gibi bir zorunluluk da değildir. Artık halkların farklarını bir zenginlik görerek tüm güç ve olanaklarını birleştirerek sürece müdahale etmesinin zamanıdır. Unutmamak gerekir ki bu iktidar, gücünü bir avuç haramiden almaktadır. Biz ise milyonlarız ve haklıyız. Bu gidişe “dur” diyebiliriz.