Bir paylaşım alanı olan Ortadoğu’nun en sıcak noktasının Suriye olması gibi emperyalist aktörlerin yeniden sömürgeleştirme hamlelerine sahne olan Afrika’nın da en sıcak noktasını Libya oluşturuyor. Benzer şekilde, Dağlık Karabağ’da olup bitenlerin değerlendirilebilmesi için nasıl ki bakışın daha geniş bir coğrafyaya ve aktörler bütününe çevrilmesi gerektiyse bu örnekte de Libya’nın anlaşılması için genelde paylaşım ikliminin özelde Afrika olgusunun analize dahil edilmesi gerekiyor.
Perspektif bu şekilde geniş tutulduğunda görülecektir ki kavga, dar anlamda Serrac-Hafter(Ulusal Mutabakat Hükümeti-Libya Ulusal Ordusu) veya Türkiye-Hafter kavgası değil; hatta BAE, Mısır, Arabistan vb.nin de kavgası değil; çok bileşenli bir paylaşım kavgasıdır. Sıcak sahada adı geçen ülkeler dışında arka planda yer alıyor gibi görünenler de bizzat sürecin bir parçası durumundalar. Dolayısıyla son tahlilde ne olacağına karar verenler de Türkiye, Hafter, BAE vb. olmayacaktır.
Türkiye-UMH işbirliği ve zamanlama
Anımsanacak olursa, 27 Kasım 2019’da Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başbakanı Serrac ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında ‘Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası’ ile ‘Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası’ imzalanmıştı. Bunu takip eden süreçte 2 Ocak 2020’de UMH’ye askeri destek için gerekli olan tezkere hızla Meclis’ten çıkarılmış ve Libya’ya İHA, SİHA, zırhlı araç, cihatçılar ve askeri uzmanlarla müdahale edilmişti. Hatta cihatçılar öne çıkmış gibi görünse de bunun TSK güçlerinin varlığını kamufle etmek amacıyla abartıldığını, asıl gücü bizzat Türkiye asker ve uzmanlarının oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye destek vermeden önce UMH’nin merkezi başkent Trablus, Hafter’in Libya Ulusal Ordusu’nun (LUO) kuşatması altındaydı. Türkiye’nin SİHA’lar eşliğinde savaşa bizzat katılmasıyla kuşatma püskürtülmüş, stratejik öneme sahip Watiyye üssü Hafter güçlerinin elinden alınmış ve sonuçta sahada belirli bir denge hali oluşmuştu.
Müdahale sonrasındaki bu tablo, Erdoğan/AKP tarafından bir zafer olarak yansıtılmış, hatta Libya petrolüne dair hayaller bile kurulmuştu. Ancak ağırlığını TSK’nin oluşturduğu askeri varlık, Sirte ve Cufra kentlerine dayandığında hızla sürece farklı güçler müdahil oldu. Ve deyim yerindeyse Türkiye’ye ilerleme sınırı hatırlatıldı.
ABD ve AB’nin müdahalesi
Gerçekte bu aynı zamanda, sahada görünenden öte bir iradenin varlığına işaretti. Nitekim Rusya’nın Hafter’e verdiği destekle Libya’da avantajlı duruma geçmesini istemeyen emperyalist aktörler AB ve ABD, Türkiye’nin müdahalesini NATO ile de ilişkilendirerek BM insiyatifinde yeni bir süreç başlattı. Ve 23 Ekim 2020’de Cenevre’de bir anlaşma imzalandı. Taraflar arasında siyasi çözüm amaçlayan anlaşmaya göre seçimler 24 Aralık 2021’de yapılacaktı. Anlaşmanın maddelerinden biri de Libya savaşına taraf olan bütün yabancı askeri unsurların 3 ay içinde ülkeyi terk etmesini gerektiriyordu. İşte Türkiye buna rağmen, 2 Ocak 2021’de bitecek olan Libya’ya asker gönderilmesine dair savaş tezkeresini, 22 Aralık’ta Meclis’te yapılan oylama ile 18 ay daha uzattı.
Bu nedir? Gerçekte BM kararına karşı bir meydan okuma mıydı? Veya ABD-AB iradesini çiğnemek miydi? Devamında Hafter “Tüm kuvvetlerimizi Libya’daki Türk kuvvetlerine karşı savaşa hazır olmaya çağırıyorum” diyerek Türkiye’yi tehdit etti. Bunun üzerine Milli Savunma Bakanı Akar, Genelkurmay Başkanı Güler ve Kara Kuvvetleri Komutanı Dündar ile birlikte Libya’ya giderek İçişleri Bakanı Fethi Başağa ile görüştü. Bu, Libya’da olup bitene Hafter ve TSK’nin karar verdiği ve aralarında büyük bir savaşın başlayacağının işareti miydi? Aynı süreçte, bugüne dek Hafteri destekleyen Mısır’dan bir heyet de gelip Trablus’ta UMH yetkilileri ile görüştü. Benzer şekilde Fransa’nın da tutumunda gözlenen bu her iki tarafla diyalog kurma biçimindeki durum nasıl değerlendirilmelidir?
Sıraladığımız bütün bu soruların yanıtı, birincisi hangi sözün ve adımın iç kamuoyuna dönük olduğunu dikkate almayı, ikincisi aktörlerin belirleyen mi belirlenen mi olduğunun ayırdında olmayı, üçüncüsü Libya’da gelinen aşamada sürecin nasıl bir netelik kazandığını doğru değerlendirebilmeyi gerektiriyor.
Çoklu/parçalı irade ve kaygan zemin
Türkiye’nin desteklediği ve varlığına meşru gerekçe olarak gösterdiği UMH içinde bile iktidar mücadelesinin olması, örneğin Akar’ın Trablus ziyaretinde Serrac’ın ortada olmaması veya Türkiye’yle görüşen İçişleri Bakanı Başağa’nın aynı zamanda Serrac’ta ayrı/bağımsız olarak Mısır ve Fransa ile ilişki geliştirmesi ve hatta gelecek ay Rusya’ya bir ziyaret planlaması tarafları tanımlarken bile servis edilen haberlerle yetinmemek gerektiğini, bütünlüklü ve sınıfsal bir bakışın şart olduğunu gösteriyor.
Bugüne kadarki süreci ikincil güçlerin hatta “piyonların” savaşı olarak görmek pek de yanlış olmaz. Ve deyim yerindeyse sürüncemede olan savaşın sınırı “petrol hilali” olarak bilinen bölgeydi. İştah kabartan Libya’nın petrolü, denizde değil karadaydı. Denizdeki rezervler Akdeniz’in diğer bölgelerinde olduğu gibi derinlik, maliyet vb. nedenlerle belirsizliğini koruyor. Ama hem kaliteli olan hem de kolay çıkarılan karadaki petrol için devletler kendi tekelleriyle beraber üzerine düşen rolü oynuyor.
Eğer petrol hilali için savaş olacaksa bunun öncekine benzememesi ve çok daha büyük olması beklenmelidir. Ve böyle bir savaşın tayin edeni sahada görünenden öte güçler olacaktır.
Bugün ABD için öncelikli olan ve doğrudan Libya sahasındaki ilişkilere de yansıması beklenen, Basra Körfezi’ne askeri yığınak yapmak ve bunun çevresinde bulunan ülkeleri (Arap NATO’su veya başka biçimlerde) İran karşıtlığında hatta İsrail’le ortaklaştırarak bir araya getirmektir.
Son günlerde İsrail’le normalleşme sürecine Katar’ın da ABD insiyatifinde katılmış olması, Arabistan-BAE vb. ile aralarındaki sorunları çözmesi biçimindeki gelişmelerin İhvancı UMH ile ilişkilere de yansıması beklenmelidir.
Bilindiği gibi UMH’ye askeri desteği Türkiye, parasal desteği de büyük oranda Katar sağlıyordu. Ancak, ABD’nin dayatmasıyla 13 Ağustos’ta BAE-İsrail arasında imzalanan Abraham Anlaşması’yla başlayan Bahreyn, Çad, Sudan, Fas ile devam eden İsrail’le normalleşme sürecine katılmış olan Katar’dan bundan sonra aynı tutum/destek beklenmemelidir.
Türkiye-ABD Libya’da bir çelişme halinde mi?
Türkiye’nin Hafter güçlerine karşı kesin sınırlarla belirlenmiş net tavrı, yer yer ABD ile de çelişiyormuş gibi görünüyor. Ancak bu, genelde Suriye’de özelde İdlib’te gördüğümüz gibi kamuoyundan destek almayı da gözeten bir yanıltıcı atraksiyondan (hatta jargondan) ibarettir. Hafter’e destek sunan BAE, Suudi Arabistan, Mısır vb. ülkeler için de benzer bir durum geçerlidir. Karşılarında terörist olarak addettikleri İhvancı Serrac var. Kendi kamuoyları böyle bir duruşu gerektiriyor. Ancak sürüncemedeki savaş bitip de sonuç alıcı hamlelere gelindiğinde zaten tayin edici rol oynayacak aktörler bu saydıklarımız olmayacaktır.
ABD’nin bir taraftan Türkiye ile diğer taraftan BAE, Arabistan vb. ile ilişki içinde olması ise bilindik emperyal tercihidir; birden çok ata aynı anda oynamaktır.
Türkiye bağımsızmış gibi davranıyor ve bu iç siyasette kimi çevrelerde prim yapıyor. Ancak gerçekte bırakalım bağımsızlığı, ortada yeni sömürgecilik üzerine tesis edilmiş bir ilişki olduğunu bilmek için derinlikli araştırmalar yapmak gerekmiyor.
Türkiye’nin askeri olanakları, SİHA’lar dahil sahada edinmiş olduğu tecrübe, taşeronluk bağlamında da olsa önemini ve rolünü artırıyor. Mevcut koşullarda doğrudan kendi askerini her noktaya sürmek yerine taşeron kullanmayı tercih eden ABD, önümüzdeki süreçte de İsrail İle olduğu gibi Türkiye’yle de yakın temas içinde olacaktır. Kısacası ilişki, servis edilen haberler veya basına yönelik demeçler üzerinden okunmamalıdır.
Libya’daki olası çözüme gelince, halkların mücadelesi/iradesi olmadığı sürece bunun emperyalist çözüm olacağını söylemek için çokça neden var. Mevcut salgın koşullarında emperyalist aktörler doğrudan müdahale etmese de süreci takip ve tayin etmektedir. Libya pastasının sonuçta Cenevre gibi bir ortamda kurulacak masada paylaşılması halinde o masının kimler tarafından domine edileceği de bugünden görünüyor. Türkiye, sahada alan tutarak masada yer alma hesapları yapsa da bunun abartıldığı düzeyde bir kazanımla sonuçlanma ihtimali yok gibi.
Afrika’ya emperyalist/sömürgeci yeniden müdahale
Stratejik önemdeki ulaşım yolları, petrol, maden vb. kaynaklar nedeniyle emperyalizmin daha önce ilgisini çekmiş, işgal ve paylaşım süreçlerinden geçmiş olan Afrika, bugün bir kez daha emperyalist/sömürgeci müdahalelere uğramış durumda.
Özellikle Çin’in birkaç yıl önce Afrika’ya yaptığı radikal giriş diğer emperyalist güçleri tedirgin etti. Çin, insanların maddi yaşamına dokunan projelerle, demiryolları, limanlar, havayolları, altyapılar vb. ile girince, dünden bugüne uzanan Afrika’daki dengelerde ABD-AB hakimiyeti açısından ters dönme potansiyeli oluştu. Tam da bu bağlamda Türkiye’nin, Afrika’nın pek çok ülkesinde Cemaat’ten kalma ve devlet bürokrasilerine kadar uzanan ilişkileri üzerinden karşıt hamleler geliştirmenin önemi ortaya çıktı. ABD ile Türkiye’nin bölgedeki ilişkilerini/işbirliğini Libya ile sınırlı görmemek gerektiğine dair önemli bir veridir bu.
Dünyada gıda sorununun haber vererek gelmekte olduğu bu süreçte Afrika’ya ilgiyi artıran bir diğer neden de tarıma elverişli topraklardır. Ülkeler Afrika’da toprak kiralama yarışına girmiş durumda. Bunların başında ABD, İngiltere ve Çin geliyor.
Küçük çiftçiliğin tasfiye edildiği; et, süt, buğday, şeker pancarı, mısır. pamuk gibi en temel sınai ürünlerin küresel ölçekli tekellerin hakimiyetine geçtiği bu süreçte, Türkiye’de özellikle son 18 yılda, üretim yapılan tarım arazileri 3.5 milyon hektar azaldı. Tütün, fındık, şeker vb. alanlarda küresel tekeller cirit atar hale geldi. Bu tasfiyenin taammüden sorumlusu AKP/Erdoğan, bugün Afrika ülkeleri Nijer ve Sudan’da 1.78 milyon hektarlık tarım arazisi kiralamış olmayı marifet gibi yansıtıyor.
Dünyanın en önemli ticari güzergahlarından biri olan Aden Körfezi, Kızıldeniz zaten bir gerilim ve paylaşım sahasına dönüşmüştü. Denizde yaşanan bu tablonun önümüzdeki süreçte artan biçimde karada da yaşanacağını göreceğiz.
İşte tüm bu nedenlerle Libya’da olup bitenler, Serrac-Hafter kavgasıymış gibi daraltılmamalı veya Türkiye’nin kendi başına buyruk davranabildiği, süreci domine ettiği yanılgısına düşülmemeli, yeniden paylaşım iklimi altında Afrika fotoğrafı içinde değerlendirilmelidir.