Sınıfsal Bakış
“Fabrikalar, madenler ve toprak üzerindeki özel tekel,
her yerde barbarca koşullara yol açıyor”
(Bertolt Brecht)
Küresel boyuttaki paylaşım ve hegemonya savaşı boyutlanıp, çeşitlenip, şiddetlenirken kamuflajlar sıyrılıp düşmekte ve kitlelere dönük açıklamalar ilkokul çocuklarına hitap düzeyine kadar düşebilmektedir. Daha da önemlisi sadece akıl ölçüleri değil en bilinen uluslararası ölçüler, yasa ve sınırlar da yok sayılıyor.
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı AKP Rize İl Teşkilatı toplantısında Türkiye’nin Karabağ ve Libya‘ya müdahale ettiği gibi İsrail‘e de müdahale edebileceğini söyledi. Ve bunu ancak dede-torun muhabbetinde kurulacak bir ifadeyle “Sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları da ne yapalım, atalım” biçiminde temellendirdi. Nitekim Paris’teki Olimpiyat açılışına celallenirken de torunundan feyz almıştı!
Karabağ ve Libya meselesine gelince; evet Türkiye çeşitli coğrafyalarda ABD’nin direkt veya dolaylı olurunu alarak taşeronluk vb. biçiminde roller alıyor. Karabağ savaşına doğrudan katıldığına dair bir bilgi/açıklama olmadı. O süreçte yalanlansa da SADAT, cihatçı, silah/SİHA ve uzman desteği olduğuna dair haberler düştü. Ancak doğrudan Türkiye’nin girmesi ilk kez dillendirilen bir konu.
Libya’ya gelince; evet oraya askeri müdahale yapıldı ancak bölgeye Suriye’den cihatçı taşımayı da içeren bu müdahale siyasi sonuçları itibariyle tam bir başarısızlık örneği olarak görülebilir.
Erdoğan bunları söylerken asıl müdahale edilen yerden yani Suriye’den bahsetmedi. Özetle akıl ve gerçeklik değil günü kurtaran temelsiz jagonla yol alınırken dünya giderek büyüyen bir yangın yerine çevrilmiş durumda.
İsrail rolünü oynuyor
Dünya ölçeğinde süreci daha sıcak çatışma boyutlarına taşıyacak haberler peş peşe geliyor. Hiç kuşkusuz NATO’nun Washington’daki 75. yıl zirvesi başlı başına önümüzdeki sürecin niteliğine dair önemli ipuçları veriyor. Özetle NATO artık ABD ve müttefiklerinin paylaşım savaşındaki ortaklaşmış vurucu gücüdür.
Bu büyük resmin yanındaki ve içindeki İsrail ise kuruluşundan bugüne emperyalizmin bölgedeki kirli işlerinin ve saldırganlığının devletleşmiş aracı olarak işlev gördü. 7 Ekim’de uğradığı itiraz ve direniş nitelikli saldırıdan sonra her türlü yöntem ve silahla yok etmeye çalıştığı Gazze’de, uluslararası ölçüler içinde soykırım dahil suç sayılabilecek her yönteme başvurmasına rağmen sonuç alamamış, kendi iç dengeleri, demir kubbe dahil askeri üstünlük söylenceleri vb. yara almış, ülke içinde gidişata/iktidara karşı büyük bir muhalefet birikmiştir.
İşte İsrail gerek sarsılan imajını/itibarını düzeltmek için gerekse ekseninde ABD’nin olduğu savaş ve saflaşmanın gereği olarak bölgede İran’dan Irak’a, Suriye’den Lübnan’a, Yemen ve Ürdün’e kadar uzanan coğrafyada yoğunlukla vekalet savaşı biçiminde süren çatışmalarda teknik araç ve yöntemleriyle rol alıyor.
Son iki günde önce Lübnan’da Hizbullah yöneticisi hedeflenerek bir saldırı gerçekleşti. Peşinden bugün Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniye İran’da katledildi. İlk saldırıdan sonra başlayan “Hizbullah-İsrail çatışması büyük bir savaşa evrilir mi?” biçimindeki mantık yürütmeler ve sorular, farklı bağlam ve aktörler üzerinden uzun süredir geliştiriliyor. Kimileri bunu son model teknoloji ile eski tip silah ve yöntemlerin karşı karşıya gelmesi olarak görüyor ki bu hem konu bağlamında gereksiz hem de doğru olmayan bir değerlendirmedir. Sanıldığının aksine artık dünya ölçeğinde hemen her coğrafyada SİHA dahil her silaha ulaşmak mümkün. Nitekim Reuters‘ta yer alan habere göre, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah, “İsrail’i kör etme” olarak tanımladığı bir stratejiyle İsrail’in istihbarat toplama yeteneklerini incelemek ve saldırmak için kendi insansız hava araçlarını kullanıyor. Kaldı ki uçak teknolojisi, ambargo vb. nedenlerle geri kalmış olsa dahi İran’ın füze teknolojisinde çok ileri bir aşamaya geldiği, ABD üslerini de İsrail coğrafyasını da tehdit eder konumda olduğu biliniyor.
Doğru safta yer almak ve birleşik mücadele
Özetle mesele teknoloji meselesi değildir. En sıcak çatışmaların dahi uzaktan füze, SİHA vb. ile yürütülüyor olması bir yanıyla da işgallerin işgalciye kaybettiren niteliği sebebiyledir. Suriye’de ve bugün giderek Irak’ta olduğu gibi Türkiye’nin işgale aday olması ise AKP iktidarı ile daha da kökleşen bağımlılıkla, aktif taşeronlukla ve tabii son 40-50 yılda örgütlülüğün, toplumsal bilinç ve direncin zayıf düşürülmesi ile açıklanabilir.
Elbette sınıflar mücadelesinde her fiil, her kare, her gelişme önemlidir; olgunun niteliği gereği, mücadele hem tekil hem çoğuldur hem mikro hem makrodur; biri diğerini tamamlar, geliştirir. Dünya ve ülke gerçekliği de bu diyalektik içinde görülmelidir. Ancak sıkça dikkat çektiğimiz gibi artık hemen hiçbir gelişme dünya ölçeğindeki hegemonya ve paylaşım savaşından tamamen bağımsız ele alınamaz. Diğer bir ifadeyle saldırı, bombalama vb. sonrasında “acaba büyük savaş başlar mı?” diye sormak yerine büyük savaşın başlamış olduğunu görüp ona göre davranmak, ona göre strateji ve taktik geliştirmek, sınıflar savaşında sermayenin olduğu gibi emekçilerin de halkların da olduğunu unutmamak gerekiyor.
Konu bağlamında ve sınıfsal bakışı yitirmemek açısından birkaç anımsatma yapmakta yarar görüyoruz. Lenin, emperyalizm tanımı yaparken dünyada belirleyici rol oynayan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluştuğunu ve bu birlikler tarafından dünyanın paylaşımının tamamlandığını söyler. Ayrıca emperyalizmin siyasal gericilik olduğunun altını çizer. Buradan devam eden Leninistler, faşizmin tekellerin şiddeti olduğuna dikkat çeker; bu, İtalya’da da Almanya’da da Türkiye ve Brezilya’da da olsa böyledir. Dolayısıyla tekelleşmeye yoksullaşmanın eşlik ettiği, iktidarla sermayenin iç içe geçtiği, hemen her şeyin piyasalaştığı ülkemizde somut olarak gördüğümüz gibi yürütülecek mücadele gerçekte sermaye iktidarına karşı mücadeledir. Tam da bu nedenle; barış için de halkların, kadınların, ulusların ve doğanın özgürlüğü için de verilecek mücadele, emperyalizme ve faşizme karşı verilecek devrimci savaşın bir bileşeni olarak görülmelidir.