Pandeminin sonuçlarının daha görünür hale geldiği, insanların kendi ihtiyaçları ile devlet/sistem denilen mekanizma arasındaki açının (daha doğru ifadeyle tezatlığın) boyutuyla yüzleştiği bir tarihsel süreçte, Mayıs Haziran’a evrilirken, Gezi’nin 8. yıl dönümündeyiz. Gezi, anmayı da kutlamayı da gerektiren bir süreçtir. Ders niteliğinde öğretici yanları çoktur. Sınıflar mücadelesinin ihtiyaç haline getirdiği görevler, Gezi’nin derslerini ezberlemeyi değil, yeniden üretmeyi gerektiriyor. Bu aynı zamanda bir yöntemdir, bir bakış açısıdır; Ursula K. Le Guin‘in “farklı güneşlerin ışıkları farklıdır ama tek bir karanlık vardır” sözünden ilhamla söylersek, tehdit karşısında aynı sabaha uyanmak üzere güneşleri ortaklaştırma mesajıdır.
Bir süredir Türkiye, çeşitli ülkelerde de gözlediğimiz biçimde, bir şirket gibi yönetiliyor. Kabine de bir AŞ yönetimi gibi seçilmişti. Turizm şirketi sahibinden Turizm Bakanı, hastane zinciri sahibinden Sağlık Bakanı, özel okul sahibinden de Milli Eğitim Bakanı yapıldı.
Sadece parlamento değil, sadece yargı ve yürütme değil, Danıştay da Anayasa Mahkemesi de tek yetkili “Başkan”la somutlanıp merkezileşen iktidardaki hâkim elitin bir parçası haline getirildi. Hatta YSK ve belediyeler de artık başkanın insiyatif alanı içinde.
Mevcut tabloda da görüldüğü gibi sınıf karşıtlarımız olarak da tanımlayabileceğimiz egemen sınıflar, kendi araçlarını daha etkili kılmak için iradeyi tekleştiriyorlar. Ve gerçekte burjuva siyaset tarzının bir döneminin sona erdiğini gösterecek şekilde, biçimsel de olsa işleyen temsil mekanizmalarına, kuvvetler ayrılığına vb. son vermiş durumdalar. Bu süreçte Meclis tamamen sembolik ve işlevsiz hale getirildi, belediyeler merkez tarafından kontrol altına alınmış, yetkileri sınırlanmış durumda ve her an kayyum atama veya görevden alma tehdidiyle karşı karşıya.
Marx ve Engels’in, Komünist Manifesto’da burjuvazi için yaptıkları “dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, apaçık, utanmasız, dolaysız, düpedüz sömürüyü getirmiştir” biçimindeki değerlendirmenin üzerinden 170 yılı aşkın bir süre geçti. Bugün o “utanmazlığın ve dolaysızlığın” daha da kapsam büyüttüğünü ve ilk vahşi dönemi anımsatan nitelikler kazandığını görüyoruz.
Bugün eğer “mafya videoları” ile ilgili değerlendirmeler, sosyal medyada süren veya bize gösterilen sınırlılıkta ve manipülasyon aralığında kalırsa, asıl büyük resim yani sistemin kendisi görülmemiş ve mücadeleye harcanması gereken enerji, bu kısır kulvarda tüketilmiş olur.
Çünkü onların ulusal mahkemeleri de aşan tahkimleri, NATO’ları, IMF’leri veya meşru kabul ettikleri ekonomik sınırlara sığmayan esnek kıyı bankaları, kuralsızlıkla özdeş serbest bölgeleri vb. var. Toplamda bugün yargılanıyor ve dışlanıyor gibi görünen fiillerin yöntemleştiği, yeraltında olanın yer üstüne çıkarılıp legalleştirildiği bir süreçtir bu.
Bunun yanında insanın özgür düşünme, kendini ifade etme ve eylem imkanları, faşizm tarafından boy hedefi yapılmış durumda; az anlayan ama çok inanan, biat ve itaat eden tek tip insan yaratmak için akla gelebilecek her yol deneniyor. İnsanlar, bu topyekun kuşatma altında yalnızlaştıkça, köşesine çekiliyor ve çekildiği köşede umutsuzluğu yeniden üretiyor. Yaygınlaşıp derinleşen geleceksizliğe ve güvencesizliğe, moralsizlik ve mutsuzluk ekleniyor. İşte bu koşullarda yaygınlaştırılan yenilgi ikliminde bize, kendi kendini yönetmek, yenilgiyi aşmak ve umudu büyütmek, kendi araçlarını yaratmak, çoğalmak ve çoğaltmak üzere kendi yöntemlerini geliştirmek dışında bir yol kalmadı.
Yaratıcı yöntemler ve araç zenginliği
Bilinir ki günün acil ihtiyaçları için de devrimsel dönüşümler için de örgütlü toplum büyük önem taşıyor. Bunun için parti veya dar örgütler yetmez. Halkın bizzat katılımına imkân tanıyan yerel insiyatifler, Sovyet tarzı örgütlülükler, demokratik kitle örgütleri vb. gerekiyor.
Bugüne dek yaşanan deneyimler gösteriyor ki kavga edenler kavgasını, itiraz edenler itirazını, geleceği kuranlar da düşünü bu tür araçlarla yürüttü. Her dönem, halkın bizzat katılımına imkan tanıyan araçlara ihtiyaç duyuldu. Eğer devrim halkla beraber yapılacaksa, halkın katılımı olmadan gerçekleşmeyecekse, bugünden halkın doğrudan rol alıp sözünü söyleyeceği araçlara ihtiyaç vardır. İhtiyaca bağlı olarak biçimlenip işlev yüklenen bu araçlar çok çeşitlidir.
İnsanların acil ve yakıcı problemleri var, dolayısıyla da beklemeye tahammülü kalmadı, Bu da güncel sorunlara çözüm üretmenin, kendini ifade etmeye imkan sağlayan zeminlerin ve örgütlenmede yerelliğin önemini artırıyor. Elbette güncel olan köklü çözüm için yetmez ama güncel olanla köklü olanı birbiriyle ilişkilendirmek devrimcilerin işidir. “Bizim işimizde yasalaşmış tek bir yöntem yoktur. Buluş yeteneğine sahip olmak ve her durumda en uygun davranış biçimini seçmek gerekir.” (Manuel Tiago, Yarın Bizimdir Yoldaşlar, S: 147) Bu da yaratıcı yöntemler, uygun araçlar gerektirir. Bu konudaki deneyim mirası sanıldığından büyük ve zengindir. Önemli olan bu mirası tüketen konumda mı yoksa geliştirip büyüten konumda mı olunacağıdır. Bu amaçla çıktığımız yolda tartışmak, karar almak ve üretmek üzere arayışı da bilgiyi de imkanları da kolektifleştirmek durumundayız..
Aydınlık, iyimserlik ve kolektif bir zemin
20. Yüzyıl’ın en büyük buhranının yaşandığı 1929’da da ekonomik, siyasal ve sosyal kriz karşısında umutsuzluğa düşen kitleler gerici ideolojilere yönelmiş, faşizmin yaygınlaştığı bir süreç yaşanmıştı. O gün olduğu gibi bugün de mevcudun fotoğrafını çekmek, gidişatın ne kadar kötü ve karanlık olduğunu anlatmak yetmez, insanlara karanlığın yüzüne tutmak için aydınlık, karamsarlıkla baş edebilmek için iyimserlik, düşlerini gerçekleştirmek için kendilerini ifade edebileceği örgütlü kolektif bir zemin gerekiyor.
Arayışı kolektifleştirip kendi öz gücümüze güvendiğimizde görülecektir ki katılıma imkan tanımayan burjuva siyaset tarzına, bu çerçevede dayatılan yönetme-yönetilme ilişkisine mahkum veya mecbur değiliz. Farklı noktalardan hareket ediyor olmamız, sorunlarımızın farklı olması veya farklı sorular sormamız, yanıtları beraber aramamızın önünde bir engel değil. Çünkü sorunlarımıza sebep olan “kötülüğün kaynağı” aynı.
Yeter ki burjuva siyasal zeminde olduğu gibi siyasetin bir avuç elitin/uzmanın işi olduğu dayatmasını reddedelim ve öz gücümüze güvenelim, elimizden çok şey geldiğini ve yapacak çok şey olduğunu göreceğiz. Bunu başarabildiğimizde yetenekler, imkanlar ve üretim alanlarının çeşitliliği, karşı karşıya değil yan yana gelecek ve zenginleştirici/çoğaltıcı bir toplam oluşturacaktır.
Bu zeminde yetenekler, birbiri ile yarışmak için değil bir toplam oluşturmak için bir araya gelecek. Uzmanların öne çıktığı diğerlerinin seyrettiği burjuva siyaset tarzının antitezidir bu.
“Arayışın kolektif sonuçları, bilinçlenmenin kolektif bilgisini besler.” (Bloch)
Gerçekte parti ve cephe, parti ve sovyet bütünlüğünde olduğu gibi önemli olan, Leninist örgütlenmenin gereğinin kavranarak yerine getirilmesidir. Ancak yine bu bağlam içinde öne çıkmış bir sorunumuz var. Hangi örgütlenme biçimi, hangi araç söz konusu olursa olsun katılımı, kolektifleşmeyi yeterince sağlayamayan yöntemler bugün yaygınlık kazanmış durumda. Halbuki imkanlarımızı, emeklerimizi ve değer yaratma potansiyelimizi yan yana getirip, birbirini çoğaltacak şekilde değerlendirmek, üretkenliği ve işlevselliği artıracaktır.
Bir süredir insanlar çeşitli noktalarda kendiliğinden ve parçalı/zayıf da olsa alternatif arayışlarına, dayanışma çabalarına yönelmiş durumda. Önemli olan bu arayışları kolektifleştirmek, daha üretken, somut ve etkili bir niteliğe kavuşturmaktır. Biz, tek başımıza veya en dar çevremizle her şeyi bilemeyeceğimiz gibi her şeyi de yapamayız. Arayışın olduğu gibi bilinçlenmenin de kolektif boyutu olmalıdır.
Bir ev kadınının evde, bir çalışan kadın veya erkeğin işte, bir öğrencinin okulda, bir işsizin yaşamın her kesitinde, bir Kürd’ün veya Alevi’nin asimilasyon ortamlarında karşılaştığı sorunlar; yani ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her sorun bizi ilgilendirmeli. Özetle bir Ordulunun fındık, bir Rizelinin çay, bir Cerattepelinin doğa sorunu gibi bir Cizrelinin yaşam sorunu da bizim sorunumuzdur.
Bu çaba, benzerlerin birbirini yadsıması değil örnek alarak yeniden üretmesi dolayısıyla da birikimi zenginleştirerek çoğaltmasıdır. Farkların ise asimile edilerek yok edilmesi değil geliştirilmesidir. Çünkü biz Kürdüz, Aleviyiz, kadınız, işçiyiz, köylüyüz, öğrenciyiz. Hem İstanbullu hem Liceliyiz, hem Berkin hem Medeniyiz, hem Cizreli hem İkizdereliyiz.
“Halka inilmez, çıkılır”
Victor Jara, “Halka inilmez, çıkılır.” der. Tam da bu bağlamda, amaçladığımız insiyatif/hareket, halka yukarıdan bakmanın, siyaseti uzmanların veya bir avuç elitin yapabileceği kanaatinin yani burjuva siyaset tarzını alternatif zeminlerde yeniden üretmenin reddidir.
Bilinir ki alternatifin oluşturulamadığı her durumda, yaşamın her kesitinde, var olana yani sistemin araç ve yöntemlerine öykünme olasılığı artar. Bu bağlamda yaratıcı bir üretkenlikle, günü gelecek ufkuyla karşılayarak farklı bir siyaset tarzının geliştirilmesi büyük önem taşıyor.
Bizdeki umudun soyut bir düşsel tasarım olmaktan çıkarılıp gerçekleşebilir maddi/somut bir olguya dönüşmesi, felsefemizin ve izleyeceğimiz yöntemin kapsayıcılığıyla doğrudan ilintilidir.
Sınıflar mücadelesinin (kavganın) deyim yerindeyse kalınlığını inceltmek ve yaratıcı etkinliğe imkan tanıyan bir güncelleme için umuda, düşsel olana, gelecek tasavvuruna ihtiyaç vardır. Bu, aynı zamanda itirazla alternatifin, yıkmakla kurmanın ilişkisidir. Marks’ın 11. Tez’ini derinleştirdiğini söyleyen Ernst Bloch da kitle örgütlenmesinin ve eyleminin analizine yönelir. Ve Umut İlkesi’ni “gündüz düşleri” kavramına dayandırır. Ona göre gece rüyası bilinç altına aitti, gündüz düşleri ise bilinçli arzunun bir aracıydı.
İnsandaki değer yaratma ve çözüm potansiyelini açığa çıkarmak
Ernst Bloch, “açlığın öfkesi yetmez umudun itkisi de gerekir” der. İnsanın enerjisini ateşleyip hareket geçirmek için ihtiyaç duyulan motivasyonu artıracak olguların başında ise umut edilenin gerçekleşmesi gelir. O halde umudun itkisi de yetmez umudu politikleştirip gerçekleştirmek; yapabildiğimizi, kazanabildiğimizi göstermek, başarayı somutlamak gerekiyor.
İnsanın en dar bireysel sınırlarına kadar geriletilip zorunluluklardan hatta yer yer çaresizliklerden örülü bir kısır döngüye mahkûm edildiği bu koşullarda, her insanda var olan değer yaratma potansiyelini açığa çıkarmak ve geleceğe açılan bir kapı, soluk almaya imkân veren bir pencere oluşturmak büyük önem taşıyor. Düş kurmak, umut etmek ve harekete geçmek, kendi potansiyelini benzerleriyle kolektifleştirmek, söz konusu kısır döngüyü bütünüyle aşma şansı verecektir.
Barikatla komünü aynı kavganın tamamlayıcı bileşenleri olarak yan yana getiren Gezi direnişi, “Neyi/nasıl yapmalı?” sorusuna yanıt olacak türden şifreler taşımaktadır. Söz konusu şifreler çözülüp bugüne taşınabildiğinde hiç de çözümsüz/çaresiz olunmadığı görülecektir.
Gezi’nin, alternatif olanı soyuttan somuta indirmesi; birbirini tanımayan insanların seslerinin, çare arayışlarının, güç ve imkanlarının birleştirilebileceğini göstermesi bugünün mücadele ihtiyaçları bakımından oldukça öğreticidir. Bu, aynı zamanda tam da Hasan Hüseyin‘in şiir için, “matarasında suyu, torbasında ekmeği, kemerinde kurşunu kalmamışları ayakta tutabilir” demesi gibi bizim de ekmeğimizi, suyumuzu ve geleceğimizi çalanlara karşı kenetlenerek kendi şiirimizi veya o şiire denk toplumsal bir aracı oluşturmamızdır.