Suriye’de irade ve çıkar savaşları
Diyalektik, bir yanıyla da gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olduğunu anlatır. Konumuz bağlamında söylersek, Suriye’de yaşananlarla ilintili olarak ilk elde görünenle veya gösterilenle yetinmemek durumundayız.
Tüm aktörlerin azami kozlarını oynadığı bir süreçten geçiyoruz. Emperyalist paylaşım savaşında fay hatlarının geçtiği yerler veya cephe sayısı giderek artıyor. Bir küresel savaş ikliminde yaşıyoruz. Bunun sınıfsal adı 3. Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı’dır. Önceki savaşlardan farklı yöntem ve enstrümanlar kullanılmaktadır ancak bu; yıkımın, yağma ve tahribatın daha az olacağı anlamına gelmiyor. Çünkü sermaye, sınıf niteliği gereği vahşidir; teknolojiyi, yıkmamak için değil daha çok yıkmak için de kullanır.
Bugün artık hemen hiçbir sorun, mevcut hegemonya ve paylaşım savaşından bağımsız ele alınamaz. Neoliberalizm, emperyalizmin kötülüklerinin zirve noktasıdır. Bu süreci anlamak için darbe iklimi de diyebiliriz. Çünkü artık egemenler kendi yasalarını da tanımıyor. Lityum için yapılan darbeyi açıkça savunan Elon Musk da savaşta hiçbir kural tanımayan İsrail de gerçekte emperyalizmi, emperyalizmin bugünkü niteliğini anlatıyor; İngiltereyi, ABD’yi, AB’yi anlatıyor; İsrail’in kendi başına bağımsız bir güç olmadığını anlatıyor. Bu, emperyalizmin dönemsel/güncellenmiş yüzüdür.
Elon Musk da Trump da Netanyahu da Erdoğan da Culani de aynı yerde duruyor. Olup biteni ve sermayenin kişileşmiş hali olan kapitalistleri anlamak için gerek küresel boyutta gerekse ülkeler boyutunda sınıf ilişki ve çelişmelerine bakmak gerekiyor. Sermaye, çıkarlarını çok iyi biliyor ve ona göre planlama yapıyor.
Bu süreç, halkların onlarca yılını rehin alacak, büyük katliamlar, büyük yıkımlar yaşanacak; mevcut haklar açıkça gasp edilecektir. Bugün adım adım yaşadığımız budur.
Bugüne dek savaşa dair çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ama buna rağmen kafalar çok karışık.
Trump savaşı bitirir mi? İsrail’in “olağanüstü performansı” ve Suriye’de yaşananlar Kürtler için bir fırsat mı? Sıra Türkiye’ye de gelecek mi? İran yıkılacak mı? Kürt yüzyılı mı geliyor? Üçüncü parça kurtuluyor mu? Sınırlar değişecek mi? Bunun gibi pek çok soru gündemde.
Gündemin bu yakıcılığına rağmen savaş olgusunun doğru değerlendirildiği, alınması gereken tavır vb. konularında isabetli davranıldığı söylenemez.
Bu süreçte bizler için pusula niteliği taşıyan sınıfsal bakışın ve yöntemli davranmanın önemi artarken, paradoksal biçimde hayatımıza reel politik, sınıfsal uzlaşma ve pragmatizm girdi. 200 yıllık sınıfsal paradigmanın biriktirdikleri sorgulanır hale geldi.
İşimiz hem kolay hem zor
İşimiz zor; çünkü 3. Paylaşım Savaşı yaşanıyor. Bugüne dek edinilen tüm tecrübeler halklara karşı ölüm kusan silahlara dönüştürülüyor. Emperyalist politikalara ve onların yerel izdüşümlerine karşı geliştirilen her direnci etkisiz kılmak için ne gerekiyorsa yapılıyor.
İşimiz neden kolay? Çünkü elimizde öyle bir külliyat var ki savaş vb. konularda biz artık ne 1848’de ne de 1914’teyiz.
Manifesto’nun da yazıldığı 1848’de, işçi ve köylülerle ittifak halinde burjuvazi krallığı yıkıp cumhuriyeti-tekrar-ilan eder. Ancak cumhuriyetin kuruluşundan sonra Haziran ayında, belirli haklara ve mevzilere sahip olan işçi sınıfına saldırır. İlk kez işçilerle karşı karşıya gelen burjuvazi daha önce rastlanmamış biçimde katliam yapar ve Paris’in ortasından geçen Sen nehri dökülen işçi kanıyla kızıl akar. Devrim sürecinin ilk etabını anlatırken “Yaşasın Şubat” diyen Marx, devamında katliamı anlatırken “Kahrolsun Haziran” diye yazar. Ve bu süreçten tüm kayıplara rağmen, bir anlamda Marksizmin zaferi, süreci doğru tanımlayan ve daha ileri taşıyacak olan tespitleri çıkar.
Bugün 1914’te, Birinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı’nda da değiliz. 1914’te, ilk kez böyle bir savaşın yaşanıyor olması kafa karışıklığını, yanlış duruş ve saflaşmaları beraberinde getirdi. Savaş, Avrupa sosyal demokrat larını, 2. Enternasyonal’i adeta salladı. Ama 3 ay sonra Lenin 1 Kasım’da “Savaş tesadüfi bir olay değildir; savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır” dedi. Savaş içerisinde Sosyalizm ve Savaşı, Emperyalist Ekonomizm’i ve Emperyalizm kitaplarını yazdı.
Sosyalizm ve Savaş kitabının ilk başlığı sosyalistlerin savaşa karşı tutumları ile ilintilidir. Lenin, savaşın nasıl ele alınması gerektiğini ABC anlatır gibi anlattı. Devamında devrim pratiği ve öğreticiliği var. Bazen savaşlar devrimleri doğurur, bazen de devrimler savaşları. Bu da öğreticiydi. Sonrasında da bir yığın başka pratik derken 2. büyük savaş yaşandı. O da çok şey öğretti. Savaş başladığında Walter Benjamin “Yaşadığımız bu olağanüstü hal bir istisna değil bir kuraldır” dedi. İşte o kural hep vardı. Bu, sermayenin sınıfsal niteliği idi.
Marx bunu Kapital’de çeşitli örneklerle anlatır. Örneğin Kapital’de “Sermaye yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; yüzde 20 iştahını kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüzde 100 bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile işlemeyeceği cinayet yoktur” diyerek bir anlamda kar-vahşet ilişkisine açıklık getirir.
İşte bu birikim ve içerikle karşıladığımız sürecin güncel aşamasında 13 yıldır direnen Suriye, beklentilerin aksine hızla düştü. Bu beklenmeyen gelişme, bir taraftan kafaları karıştırırken diğer taraftan bir çeşit moralsizlik ve hatta umutsuzluk sebebi oldu. Bilinir ki insanlar gelişmeleri açıklayabildikleri oranda kendilerini daha iyi hisseder ve duruşunu /istikametini özgüvenle belirler. Bu nedenle olup biteni anlamak, yanıtlamak büyük önem taşıyor.
7 Ekim ve sonrasında ne oldu?
Gazze’de, Lübnan’da ve Suriye’de yaşananlar emperyalizmin ve işbirlikçilerinin gücünün ve yenilmezliğinin kanıtı mı oldu? Öncelikle sürecin doğru anlaşılması açısından iki yanlışı düzeltelim. Birincisi, yaşananlar BOP’un şu veya bu aşaması değil, emperyalist paylaşım savaşıdır. İkincisi, yaşananların nedeni İsrail’in güvenliği değildir. Tersine İsrail, kendisi saldırmadığı sürece yıllardır en ufak bir saldırıya maruz kalmıyor. Yani İsrail’in güvenliğe değil zaptedilmeye, “tasma takılmaya” ihtiyacı vardı. Bu bağlamda, olup biteni 7 Ekim’de Gazze’den İsrail’e doğru gerçekleştirilen direnişle açıklamak, bir çok açıdan sıkıntılıdır; tarih ve perspektif yoksunluğudur. Emperyalizmin savaş ürettiğinin, kapitalizmin “ucu bucağı olmayan bir vahşet” olduğunun anlaşılmamasıdır; savaşa dair Marksizmin muazzam boyutlardaki birikiminin ya yok sayılması ya da anlaşılmamasıdır.
Önüne BOP gibi aşamalar koyan, sırasıyla Afganistan, Irak, Tunus, Mısır, Libya ve benzerini yeniden sömürgecilik ekseninde biçimlendirip sisteme eksiksiz biçimde entegre etmeyi amaçlayan başta ABD olmak üzere emperyalizm ve irili ufaklı taşeronları hemen hiçbir ülkede başarılı olmamıştır. Hatta tam da bu nedenle, “sisteme katamıyorsan istikrarsızlaştır ve denklemden düşür” anlamına gelecek türden bir tercihe yönelmiştir.
Bugün de Suriye’de olup biteni emperyalizmin büyüklüğü, yenilmezliği olarak okumak, yapılabilecek en büyük yanlış, direnen halklara karşı en büyük haksızlıktır. Başlarında, terörist olarak ilan edilen ve başına 10 milyon dolar ödül konulmuş olan bir kişinin olduğu, çeşitli ülkelerden toplama bir gücün, hazırlanan koltuğa vekaleten oturması, bir başarının değil olsa olsa yeni kördüğümlerin, ayrışma ve çatışmaların habercisidir. Suriye sahası daha çok savaş kaldırır.
İşte, istedikleri gibi bir sonuç yerine belirsizlikle malul bu “çözüm”ün tercih edilmesi, emperyalizmin ve İsrail dahil vekillerinin gücünün değil, girdikleri savaş sahalarında ilerleyememiş olmalarının, koydukları hedeflere varamamış olmalarının kanıtıdır. Bugün hala Gazze’deki esirlerini kurtaramamış, Lübnan Hizbullah’ı karşısında teknolojinin marifeti sayılabilecek saldırırlar dışında sahada ilerleyememiş olması, neden Suriye’de savaşmayı tercih etmediklerinin cevabıdır.
Elbette şu an Rusya ile yapılmış olan anlaşmanın ayrıntılarını bilemeyiz ama bu, olgunun özünü değiştirmiyor. Hatta sürecin bir başka öğretici yanı var ki o da Rusya’nın ABD ile çıkar karşıtlığı içinde olsa da sınıf karakteri itibariyle aynı zeminde olduğunun, halklarının dostu olmadığının, Sovyetler’den kalma hiçbir değerin mirasçısı olmadığının/olamayacağının görünür hale gelmiş olmasıdır.
Bugün, “karalar bağlamak,” her şeyin sonu gelmiş gibi davranmak, yapılabilecek en büyük yanlış olur. Tersine şimdi, ezilenlerin birleşik gücünü somutlama; sokakların, emek alanlarının ve doğanın çağrısına yanıt verme zamanıdır. Böyle bir güç, bilinç ve irade, bölgede veya ülkede gelişecek her hamleye hazırlıklı olmanın da zorunlu gereğidir.