Kuyuya atılan taş ve paradigma
1 Ekim’den bugüne hemen her gün yeni bir gündemle, giderek kapsam büyüten saldırılarla uyanmamıza rağmen, muhalif kesimlerin önemli bir kısmı adeta hipnoz edilmiş gibi Bahçeli’nin kuyuya attığı taşla meşgul olmaktadır.
Bugüne dek iktidar cephesinden söylenenler ve yapılanlar, bırakalım çözümü, olmayan masadan kalkmayı kırk kere gerektirmiştir. Buna rağmen, “şapkadan tavşan çıkarmaya” çalışmak, yöntemsel bir soruna; dünya-ülke, iktidar-halk, emek-sermaye çelişmelerine dair yapısal önemde bir yanılgıya işarettir. Ve ne yazık ki bu gerçeklik kabul edilmediği, taşlar sınıfsal bir perspektifle dizilmediği sürece, oyalanma, sınıfsal gündemin dışında kalma ve sanki bu şekilde çözüm mümkün de Kürt dostları yeterince rol oynamadığı için sonuç alınamıyor yanılgısında ısrar etme hali devam edecektir.
Bu yazıyı kaleme aldığımız gün, basına konu bağlamında düşen haberler kısaca:
*Van Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Abdullah Zeydan hakkında 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi.
*İstanbul’da 9 belediyeye operasyon
*CHP Gençlik Kolları Başkanı hakkında 5 yıl 4 ay hapis istemi
*Özgür Özel: Adım adım İmamoğlu’na gidiyorlar!
*Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı CHP’ye ‘kurultay’ incelemesi başlattı.
Önümüze ilk çıkan haberlerle oluşturduğumuz bu listeyi çoğaltmak mümkün. Önemli olan bu gelişmelerin/saldırıların nasıl değerlendirildiği, ne türden sonuçlar çıkarılması gerektiğidir. İşte yanılgı tam da burada başlıyor. İktidar, olumlu hiçbir işaret vermese de; “süreç” diye tanımlanan konuda tüm adımlarını ters yönde atsa da beklentiler de çabalar da devam ediyor. Çünkü Marksizm yerine ikame edilen paradigmada bilinen tek yol uzlaşmadır.
Bilindiği gibi Öcalan’ın Marksizm’e alternatif olma iddiasıyla geliştirdiği kimlik eksenli paradigma, burjuvaziyle karşılıklı saygı ve birbirini tanıma temelinde varlık gösterilebileceğini; çatışmaya dahi ihtiyaç duymadan alternatif bir toplum örgütlenerek sosyalizme doğru yol alınabileceğini öngörüyor.
Gazze soykırıma uğrarken İsrail’le, Suriye işgal edilir ve yağmalanırken ABD’yle girilen ilişkilerin, halklara karşı sabıka listesi kabarık, katliam ve işkencelerle anılan (ve bugün hala bunu sürdüren) HTŞ‘nin bu denli kolay ve hızla kabullenilmesinin de nedeni, uzlaşmaz çelişmeleri uzlaştırma yanılgısı üzerine bina edilmiş paradigmadır; paradigmanın gerektirdiği duruştur. Sınıfsal perspektiften uzak “barış” tanımları/çağrıları da aynı duruşun/yaklaşımın ürünüdür.
İktidar üzerine düşeni yapıyor
Haberlerden aktarmaya devam ediyoruz. DEM Parti Eş Genel Başkanı Hatimoğulları, partisinin grup toplantısındaki konuşmasında, tek taraflı barışın olmayacağını ifade ederek “İktidarı üzerine düşen görevi yerine getirmek için acil çağırıyoruz. İktidarın yol haritası açıklaması şarttır” dedi.
Yukarıda aktardığımız haberler gerçekte iktidarın üzerine düşeni, Trump gibi, Netanyahu gibi layıkıyla yaptığını, sınıfsal rolünü oynadığını gösteriyor.
Bugün sabah saatlerinde İstanbul’da belediyelere düzenlenen ‘Kent Uzlaşısı’ operasyonları hakkında da konuşan Hatimoğulları, “Siyasi darbedir. Bir kez daha bir siyasi darbeye uyandık” dedi.
Doğrudur; kayyum anlayışı halkın iradesine/tercihlerine yapılmış bir darbedir; önceki gün Birgün gazetesi çalışanlarının gözaltına alınması da Baro’ya yapılan müdahale de Gezi operasyonlarının genişleyerek devam etmesi de iktidarın ücret dahil emekçi karşısındaki duruşu da Colani‘nin baştacı edilmesi dahil Suriye’de oynanan rol de aynı içeriktedir; sınıfsal bağlamı aynıdır. Özetle bu yeni değildir ve tam da bu anlayıştan/iktidardan çözüm beklenmekte; darbe iklimi, sürekliliği yok sayılarak ülkenin bir çağrı eşliğinde demokratikleşeceği varsayımıyla hareket edilmektedir.
Kürt sorununa sınıfsal bakış
Kürt sorununda çözüm de ülkenin demokratikleşmesi de elbette mümkün. Ancak bunun yolu, Kürt sorununu halkların diğer sorunlarından ayırmak hatta o sorunların önüne koymak değil; çağrılardan eyleme kadar tüm adımları, “antiemperyalist anti oligarşik demokratik devrim” stratejik ufkuyla ve mümkün olduğu ölçüde birleşik mücadele zemininde atmaktır.
Yaklaşık 200 yıllık sınıflar mücadelesi pratiği ve birikimi, hangi tarihsel süreçte ulusal sorunun nasıl çözüldüğünü, örneğin kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde pazar sorunu olarak biçimlenen ulusal sorunun burjuva çözümünün mümkün olduğunu örnekleriyle anlatır. Ancak Marksizmde ifadesini bulan aynı birikim, kapitalizmin tekelci dönemiyle beraber (emperyalist dönemde) burjuvazinin ilerici tüm niteliklerini kaybettiğini, gericileşme, asalaklaşma ve çürüme sürecine girdiğini, dolayısıyla da artık hiçbir demokratik dönüşüme öncülük edemeyeceğini anlatır.
Bu nedenle, tekel öncesinde çok uluslu devletlerde ortaya çıkan pazar sorununa bakıp; bugün için de ezilen ulusun mücadelesini burjuvazi ve proletarya dahil bütün ulusun mücadelesi olarak görmek yanlıştır. Kürt hareketindeki yanılgılardan biri budur. O süreçte sermayeler ayrı ayrıdır. Kendi pazarını koruma işi; kültürünü, sanatını, dilini, okulunu, örgütlenme ve katılım haklarını vb. koruma ile iç içe geçer. O yüzden pazar savaşımı “bütün ulusun savaşımı” olarak gerçekleşir. Bu katılım işin özünü değiştirmez, bu savaş pazar savaşıdır; ulusal sorunun çözüm biçimi, burjuva demokratik çözümdür.
Emperyalizm ile birlikte, burjuvazinin önderlik yaptığı ulusal hareketler dönemi bitmiştir. Rusya’da 1917 Şubat Devrimi ve sonrasında yaşananlar, ülkemizde Ulusal Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Kemalist hareketin ortaya koyduğu pratik ve sonuçlar buna örnektir.
Ulusal soruna bakışta tarihsel süreç farklılıklarına rağmen ortadan kalkmayan ama yeni bir içerik kazanan olgulardan biri, mevcut gerici boyunduruğa karşı olunması; diğeri ise, ulusal sorunun genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olmasıdır. Kapitalizmin emperyalist aşamasıyla beraber, bu iki olgu antiemperyalizm temelinde iç içe geçmiştir. Tam da bu nedenle, günümüzde bir ulusal hareketin desteklenip desteklenmemesi emperyalizme karşı tavrına bağlıdır. Çağımızda ilericiliğin temel ölçütü budur. Kürt hareketinde sıkça rastladığımız, paradigma bağlamlı, “demokratik ulus”, “demokratik cumhuriyet” gibi tanımlar, ancak anti-emperyalizmi tamamlayıcı olması bağlamında değer kazanırlar. Anti-emperyalizmden yoksunluk, bu tanımları, anlamsız duruma düşürür.
Lenin bu dönemi proleter devrimler çağı olarak tanımlar ve “devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamalıyız” diyerek demokratik devrimi tamamlanmamış bizimki gibi ülkelerde demokratik sorunların aynı programın bileşenleri olduğuna dikkat çeker. Gerçekte bu, faşizme karşı demokrasi sorununun bir devrim meselesi olduğunun yöntemsel ifadesidir.
Emperyalist dönem marksizmi (Leninizm) doğru kavrandığında görülecektir ki birleşik mücadele bir tercih değil bir zorunluluktur. Ulusal sorunun diğer demokratik meselelerden ayrı veya önce çözümü diye bir yöntem yoktur.
Kimilerinin hala doğrudan veya dolaylı biçimde savunduğu, serbest rekabetçi dönemden kalma deneyimlerin eksik/yanlış yorumuna dayalı “burjuva çözüm”e gelince; bunun bugünkü karşılığı olsa olsa “emperyalist çözüm”dür.
“Emperyalist çözüm”ün neden halklar yararına hiçbir sonuç ortaya koymayacağını, kurulacak ilişkinin gerek siyasal gerekse iktisadi açıdan sömürge ilişkisi (yeni sömürgecilik) olacağını, hatta ihtiyaca bağlı olarak tekrar tekrar sömürgeleştirmenin (güncellemenin) yaşanacağını, mevcut oligarşinin bir başka oligarşiye yerini bırakacağını, kapitalist üretim ilişkileri korunarak özgürleşmenin olamayacağını mevcut örnekler göstermektedir