Sınıfsal Bakış
Demirtaş’ın “QAD” adlı site için yazdığı “Korkma! Barış” başlıklı mektubu yayımlandı. Sınıfsal bakıştan, Marksist paradigmadan uzaklaşmanın ne tür sonuçlar doğurduğunu, bugüne kadar verilen mücadelelerin ve ödenen bedellerin nasıl boşa düşürüldüğünü, gerçekte mücadele hedefi olması gerekenlere nasıl hak etmedikleri payeler biçildiğini görmek açısından mektup bir eğitim hatta bir tez konusu olabilir.
Gösterilmeye çalışıldığı gibi ne dünyada ne bölgede ne de ülkede sihirli bir el dokunmuş gibi mevcudun kısa vadede hele ki sorunların müsebbipleriyle uzlaşarak değişmeyeceğini bildiğimiz için, mücadelenin hangi niteliklerle nasıl bir rota izlemesi gerektiğinin üzerinde ısrarla durmaya, risk ve tuzaklara dikkat çekmeye devam edeceğiz.
“Korkma! Barış”
Mesele “korkmak-korkmamak” meselesi değil ama başlığa bağlı olarak söylersek “Korkma! Acele etme, barış mücadeleyle gelir” demek çok daha doğru olur. İnsanlık tarihinde, Marks’ın deyimiyle sınıf mücadeleleri tarihinde biriken ve bilince çıkarılan deneyimler, barışın soyut çağrılarla gelmeyeceğini, iki savaş arasındaki ateşkeslerle karıştırılmaması gerektiğini anlatır. Bu, iki büyük ailenin/aşiretin el sıkışması gibi değildir; hafife alınmamalıdır. Kaldı ki bu türden küçük çaplı kavgalarda bile, çatışma nedeni ortadan kalktığı oranda barış olur.
Bilinen ve en çok kabul gören normlar üzerinden söylersek, barış da savaş gibi onu önceleyen politikaların devamıdır; basit adımlara, temelsiz beyanlara vb. indirgenemeyecek kadar ciddi bir iştir. Bugün atılacak zorlama/içeriksiz adımları meşrulaştırmak için geçmişin ve bedellerinin yok sayılması, yapılacak en büyük hata olur; dünü harcayan bugünü de geleceği de kaybeder.
“Sonuçları tüm Ortadoğu’yu ve önümüzdeki yüzyılı etkileyecek büyük bir barışa doğru adım adım gidiyoruz” (abç) ifadesi, dünyanın en sıcak bölgesinde yaşanan, pek çok parametreyi iç içe barındıran ve kaynağında küresel hegemonya ve paylaşım savaşının olduğu çatışmaları, birincisi Kürt sorununa kadar daraltmaktır; ikincisi de Kürt sorununu gereksiz yere uzatılmış zorlama bir kavga durumuna düşürmektir.
“Hakkım yok” diyerek herkesin yerine konuşmak
Demirtaş, “Hiç kimsenin adına konuşma hakkım yok. Fakat ‘paradigma değişikliği’ ile neyin kast edilmiş olunabileceğini yorumlama hakkım var” diyor ama meselenin öylesine bir fikir belirtme meselesi olmadığını, toplamda milyonlarca insanın kaderi üzerinde etki yapacak bir konu olduğunu bilmiyor olamaz.
Türkiye coğrafyasında halkların iç içe yaşadığı doğru. Ancak bu, tüm coğrafyaya yayılma ve iç içe geçmiş olma olgusunu, boyutu hiç de az olmayan zorunlu göçleri unutmadan değerlendirirsek, “Kürtleri devletten devleti de Kürtlerden ayırmanın, ayrıştırmanın imkansız olduğu” vurgusu hem yanlış, hem zorlama, hem de Kürt halkına haksızlık olur. Benzer şekilde “demografik, kültürel, ekonomik ve siyasi iç içe geçme durumu” da yoktur; özellikle ekonomi ve siyaset için böyle bir iddiada bulunmak, gerçekliğin de bugüne kadarki duruş ve değerlendirmelerin de inkarıdır.
Öcalan’ın Marksist paradigmanın reddi üzerine bina ettiği sınıf uzlaşmacı kimlik paradigmasından sonra bu kez de “gelinen aşamada küresel ve bölgesel risklerin de sıcaklığıyla ve bu tarihsel, sosyolojik gerçeklerin ışığında yeni bir paradigmaya ihtiyaç olduğu kesindir” (abç) deniliyor. Öncelikle belirtelim ki paradigma “ha” deyince değiştirilecek, konjonktüre göre eğilip bükülecek, üzerinde oynanacak bir olgu değildir; temel önemde bir meseledir; bir anlamda “bel kemiği”dir.
Kast edilen küresel ve bölgesel duruma bağlı “paradigma değişimi” Suriye için de geçerlidir. Sahadaki karşılığı, çok aktörlü bir oyundur. Eğer buna bilek güreşi, çıkar savaşı veya kazan-kazan ilişkisi diyeceksek, bu güreşi kimlerin kazanacağını ve kimlerin yedeklenerek kullanılacağını mevcut ipuçlarından bile görmek mümkün. Colani’nin SDG-HTŞ mutabakatından üç gün sonra imzaladığı “5 yıllık geçici Anayasa”nın Türkiye’den kopyalanmış, Şeriat boyutu gizlenmeyen bir tek adam rejimini tarif ediyor olması veya Alevi katliamının devam etmesi, üzerine gelecek bina edilen söz konusu “paradigma” için yeterli veri sunuyor.
Öylesine bir kafa karışıklığı ve egemen duruşa, dil ve kavramsallaştırmaya yedeklenme söz konusu ki ısrarla taraflar Türk ve Kürt olarak tanımlanıyor. Özgürlük için verilen mücadele ve ödenen bedeller ile ender rastlanacak kirlilikte bir savaş ve o savaşın kadroları eşitleniyor; aynı kefeye konuluyor.
Marksizmin, savaşlarda haklı ve haksız olanın aynı kefeye konulamayacağına dair doğruluğu kanıtlanmış önermeleri, yıllarca yapılan ve pek çok veri ile kanıtlanan kirli savaş tanımı dururken bugün birdenbire kurulan bu denklik, bu aynı kefeye koyma hali için ne söylense azdır.
Öyle ki bizzat ABD eliyle havucu ve sopasıyla yürütülen bu süreç, küresel emperyalizme karşı bir ortak planlama gibi sunulmakta, Öcalan ve Bahçeli’nin “bu cesareti” ortaya koyarken büyük risk almaktan çekinmediğinden ve Erdoğan’ın da bu iradenin arkasında durup risk aldığından ve çözüme öncülük etmekten geri durmadığından söz edilmektedir. Evet ne yazık ki tam da böyle denilmektedir.
Bu nasıl bir emperyalizm ve sistem bilmezliktir; bu nasıl bir yöntem bilmezliktir? Faili meçhul olarak kaybedenle kaybedilenin, domuz bağıyla, satırla insan öldürenle öldürülenin, yıllar sonra aynı ölçülerle anılması, aynı kefeye konulması nasıl bir duruştur?
Soykırıma uğradığını, tarihinin kanla, zulümle asimilasyonla dolu olduğunu söyleyen bir halkın temsilcileri nasıl olur da soykırımcı güçlerle beraber geleceğin özgürlükçü taşlarını döşemekten bahsedebilir? Bir tarafta Gazze dururken, kanamaya devam ederken, İsrail bugün hala Suriye’yi işgale ve bombalamaya devam ederken, ondan alınan destekle gelecek inşası mümkün müdür? Bu nasıl bir savrulma halidir?
Demirtaş, “Barışın güzelliğine inanarak, birbirimize güvenerek ve en güçlü şekilde arkasında durarak gereğini yapmaktan” söz ediyor. Birincisi barışın kendinden menkul her duruma uygun bir güzelliği yoktur. İkincisi ortada barış da yoktur. Kavramın kullanıldığı bağlamda söylemek gerekirse kötü barış da olur, barışın kaybedeni de olur.
Yeni paradigmadan Demirtaş’ın anladığı
Demirtaş, “Yeni paradigmanın en açık kavramsal içeriğini ortaya koyalım: Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlerin de devletidir” diyor ve ekliyor “Türkiye Cumhuriyeti devletine entegre olacaklar.”
Burada yine, kimilerinin hoşuna gitmese de Marksizmin gereği sorularla devam edelim. Kürtlerin devleti olarak görülen ve entegre olunması düşünülen devlet, dünden bugüne sınıfsal niteliklerle tahkim edilen aynı devlet değil midir? Düne kadar kötülüklerin kaynağı olarak görülen devlet, birdenbire özgürlükçü nitelikler kazanmadıysa bu nedir? Değiştirilmesi düşünülüyorsa bu nasıl olacaktır? Bugüne kadar devlet kimin devletiydi? Bu işlev ve nitelik durduk yerde mi değişecektir? Devlet, hakim sınıfların baskı aracıysa birden bire bu niteliğini yitirecek midir? Devlet sadece Kürtlerle ilişki içinde mi biçimlenmiştir? Onu devlet yapan, baskı aracı yapan diğer sebepler ortadan kalkmış mıdır?
Demirtaş “Birçok Kürt’e bugün için yaralar ve acılar halen sıcakken inanılmaz geliyor olsa da yeni paradigma budur” diyor. Ve şöyle devam ediyor. “Devlet de artık tekçi resmi ideolojiyi tümden bir kenara atarak Kürtlere tüm kapıları sonuna kadar açmalı; Kürtlerin diline, kültürüne, kimliğine saygı duymalı, bunları anayasal ve yasal güvence altına alarak eşit yurttaşlık temelinde entegrasyona zemin yaratmalıdır. Benim yeni paradigmadan anladığım budur. (…)Öcalan’ın çağrısı da budur.”
Bunlar nasıl olacak; devlet nedir, bugüne dek yerine getirdiği rol ve işlevi neden ve nasıl değişmiştir veya değişmelidir? Bu keyfi, kişisel bir olgu mudur? Sınıf karşıtıyla uzlaşmak ve onunla özgürlükçü bir gelecek inşa etmek bu denli kolaydı da binlerce yıllık sınıflar mücadelesi tarihi boşuna mı yazıldı?
Benzer bir içerikte Demirtaş şöyle devam ediyor: “insan kendi devletine silah sıkmaz, sıkmamalı. Devlet de kendi asli yurttaşına ayrımcılık, zulüm yapmaz, yapmamalı. Cezaevlerini tıka basa doldurmamalı, kapıları bir an önce açmalı.”
Bu “olmamalı, yapmamalı”lar, neye dayanıyor? Örneğin AKP hızla yeni ve tecridi artıran hapishaneler inşa ediyor. Kayyumlar ve tutuklamalar aynı hızla devam ediyor. İnsanlara adeta nefes aldırılmıyor. Dünyada emperyalist politikaların devamı olarak tek tek ülke rejimleri yeni bir emperyalist paylaşımın gereği olarak daha da baskıcı hale geliyor; faşizm alan büyütüyor ve derinleşiyor. Peki böyle bir dünyada ve gidişatta Demirtaş geleceğe dair rüyasını anlatmıyorsa; ne demeye çalışıyor; dediklerini hangi yöntem ve akla dayandırıyor?
Demirtaş, benzer hayalleri Suriye, Irak ve İran için de kuruyor: “Yeni Türk-Kürt ittifakı bu temelde şekillenip gelişecek ve bu yeni durum Suriye, Irak ve İran Kürtlerini de olumlu etkileyecek. Artık hiçbir Kürt, bulunduğu devletin de Türkiye’nin de karşıtı, düşmanı, tehdidi olmayacak. Türkiye gibi büyük ve güçlü bir devlet de esasında bütün Kürtlerin devleti olacak.”
“Türkiye Cumhuriyeti devleti hepimizin devletidir, nokta.” diyor Demirtaş. Ve nokta koyduktan sonra son olarak “demokrasinin temel ilkelerini referans alarak DEM Partinin de herkesle görüşme, siyasi ve seçim iş birlikleri yapma hakkı vardır, bu hak meşrudur, anasının ak sütü gibi de helaldir. Bunun için kimseden izin almasına da gerek yoktur, olmayacaktır.” diyerek, süreç içerisinde AKP’yle olası ittifakların ne denli meşru/helal olduğuna dikkat çekiyor.
Bir şeylere nokta konulduğu ve sınıfsal bakıştan/ölçülerden yoksunluk malulü ittifaklar hazırlanmakta olduğu doğrudur; bunu ve sonuçlarını ne yazık ki acı tecrübelerle hep beraber görmek için uzun süre beklememiz gerekmeyecek.
Demirtaş’ın yeni durum dediği Türk-Kürt ittifakının veya Suriye’deki uzlaşının (bırakalım İran’ı, Irak’ı) Suriye’de ne doğuracağını, bir eliyle katliam yapan HTŞ’nin diğer eliyle mutabakat imzalamasının sonuçlarını, çok değil üç gün içerisinde gördük. “Bölgesel istikrarın, barışın, emperyal oyunları boşa çıkarmanın artık tek yolu” olarak görülen, gerçekte ise bizzat ABD tarafından yönetilen bu manevralara dayandırılan hesap ve umutların, 13 Mart’ta Colani’nin imzaladığı 5 yıllık geçici Anayasa ile boşa düşmesi veya ters dönmesi, umutları buraya yükleyenlere ne anlatıyor? SDG’nin tepki vermiş, bu anayasayı tanımadığını söylemiş olması güzel. Peki bugüne kadar HTŞ’li sürece atfedilen olumluluklar; kurulan ve kurdurulan düşler ne olacak? HTŞ’yle ve arkasındaki ABD dahil güçlerle ilişkilerde bir değişim olacak mı? Söz konusu paradigmaya bağlı olarak, Demirtaş’ın mektubuna konu olan duruş/anlayış değiştirilecek mi?
Biz şimdilik soru sormakla yetinelim…