Bir yılı aşkın süredir 2023 seçimleri, hemen her gündemi baskılayacak şekilde öne çıkmış, hatta başka bir gündemin konuşulmadığı bir kilitlenme hali yaratmış durumda. Seçimlere miladi anlam atfedilirken, hemen her sorunun bu yoldan çözüleceği beklentisi, güncel/acil meseleler konusunda da bir atıllık ve ertelemecilik hali yaratmıştır. Bunda sistem sahiplerinin ve sözcülerinin yönlendirmelerinin yanında, seçimlere siyaset biliminin sınırlarını zorlayacak boyutlarda anlam yükleyen devrimci/sol kesimlerin de azımsanmayacak bir rolü vardır. Günü kurtarmak üzere reel politiğe (stratejik ufuktan yoksun, burjuva siyaset zeminine ve araçlarına büyük anlamlar atfeden bir ilkesizliğe) teslim olmuş olanların, iktidarın her adımına veya tek tek kişilerin, muhtemel adayların her hareketine/sözüne büyük anlamlar atfetmesi üzücü de olsa ne yazık ki şaşırtıcı değildir. Sınıfsal bakıştan uzaklaşıldığı oranda bu savrulmanın daha da boyutlanması beklenmelidir. Öyle ki kimi arkadaşlarımız, örgütlü dostlarımız vb. ısrarla kapitalizmin “temiz” olanına, sermayenin iktidarının “kamucu” olanına kafa yoruyor. Kafa yormayanların bir kısmında da garip bir hayal kırıklığı ve beklenti sarsılması yaşanıyor.
Tarif ettiğimiz tabloyu, neoliberalizmin çözen ve dağıtan niteliği ile ilişkilendirdiğimizde fotoğrafın çok daha büyük ve etkisinin çok daha derin olduğunu görürüz. Sınıflar mücadelesinin sınıfsal uzlaşmaya kadar daraltıldığı, “sosyal demokrat” olarak bilinen yapıların neoliberal programlar altında (taşıdığı görece farklardan “arınarak”) geleneksel sağ, milliyetçi partilerle aynılaşması oranında, onların (örneğin Türkiye’de olduğu gibi CHP’nin) boşalttığı yere devrimcilik/komünistlik iddialı yapıların aday olması, nasıl bir çözülme yaşanmakta olduğuna dair verilerden sadece biridir.
TÜSİAD programından CHP Vizyon Belgesi’ne ve 6’lı Masa’nın Mutabakat Metni’ne kadar uzanan sınıfsal benzerlik ve devamlılık, mevcut iklime ve taşların kimler tarafından, nasıl, kimler için dizildiğine dair yeterince veri sunuyor. Ne var ki bu tür metinler okunurken çoğu kez, sınıfsal ölçeklerle bakılmadığı oranda, insanların görmek istediği yere bakması ve duygusal olandan psikolojik olana kadar çeşitli nedenlerle bağlamdan kopuk anlamlar yüklemesi eğilimi ağır basar. İşte bir süredir gündemi işgal etmiş olan 6’lı Masa’nın Mutabakat Metni için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Taşlar kimler için, nasıl diziliyor
Sıkça gözlenen ve bilinen bir olgudur; G-20 gibi zirveler, vizyon belgeleri vb. bir taraftan temel bir amaca sahip olur, diğer taraftan kamuoyunu ikna, göz boyama vb. için tali başlıklar, söylemler içerir. İşte tam da bu bağlamda, Millet İttifakı’nın Mutabakat Metni’nde, rıza oluşturmak üzere serpiştirilmiş göstermelik/sembolik maddelere hak ettiğinden öte anlamlar atfederek asıl içeriğin gölgelenmesine izin verilmemelidir.
Bugünün dünyasında/Türkiye’sinde iktidara talip bir burjuva ittifak, sınıfsal niteliği/sorumluluğu gereği, Türkiye’deki sermaye düzeninin devamını olduğu kadar ABD ile ilişkileri de dikkate alarak, durumdan vazife çıkararak yol haritası oluşturur. Nitekim sınıfsal iz sürüldüğünde Kılıçdaroğlu’nun, beklentileri bildiği ve göreve hazır olduğu bağlamında, Türkiye’de TÜSİAD’a, dünyada ABD ve İngiltere’ye doğrudan mesaj verdiği görülür.
Aslında sermaye iktidarlarının yağma ve sömürü programları her zaman makyaja, yanıltıcı renk ve söylemlere yer verir. Burjuva partileri, kendi programlarını halkın programıymış gibi göstermek, mağduriyetler dahil öfke, enerji ve beklentileri yedeklemek ve rıza oluşturmak üzere çeşitli söylem ve atraksiyonlara başvurur. Bu yöntemlerin oluşturduğu beklenti ve yanılgı, örneğin Trump’tan sonra ABD tekelleri adına nöbeti devralan Biden’e barışçı, demokratik vb. anlamlar yükledi. Benzer şekilde, İtalya Başbakanı Meloni’nin vitrine dönük konuşmalarına büyük anlamlar atfedenler oldu. Veya bir gün Akşener’in, başka bir gün Karamollaoğlu’nun konuşmalarından “ilericilik, demokratiklik” damıtıldı. Millet İttifakı’nın iktidara geldiğinde tarikat ve cemaatlerin dağıtılması dahil adeta devrimsel adımlar atacağına inananlar, bunun neden olabileceğini anlatmayı kendine vazife edinenler oldu; deyim yerindeyse onların yerine gerçekte onlarla taban tabana zıt beklentiler oluşturuldu.
Gerçekte bu tarzla veya burjuva siyasal zemine/araçlarına temel önem atfeden böylesi savrulmalarla, çok partili dönem boyunca çeşitli biçimlerde karşılaşıldı. Algısını, ölçülerini ve duruşunu sistem dışına çıkaramayan, alternatif geliştiremeyen her kişi ve yapı sonuçta burjuva siyasetin kurum ve öznelerini taklit eder veya solda yeniden üretir . Menderes’ten de Ecevit’ten de 1980 sonrasında Demirel’den de demokrasi beklendi. 1991’de Demirel ve İnönü öncülüğündeki SHP-DYP ortaklığına ve hazırladıkları programa devrimsel anlamlar yükleyenler oldu. Bilindiği gibi süreç “İnfaz indirimi” ile başladı. Ama devamında ülkeyi kapkaranlık bir tünele taşıdı. Benzer şekilde AKP, ilk yıllarında ileri demokrasi, vesayet karşıtlığı vb. söylemlerle liberalleri ve kimi sol kesimleri yedeklemeyi başardı. Ergenekon, Balyoz gibi davaların demokratikleşmeye hizmet edeceğine veya 12 Eylül yargılamalarıyla cuntanın ve sonuçlarının ciddi ciddi yargılanacağına inanıp destek verenler oldu. Diyarbakır zindanı ve işkenceleri, Dersim katliamı, idamlar vb. halkın tüm adalet beklentilerinin sermayeye peşkeş çekilmesinde, kamusal veya nispi demokratik olan her şeyin tasfiyesinde ve faşizmin derinleştirilmesinde başat rol oynayan AKP/Erdoğan iktidarında bir basamak, bir sömürü aracı olarak kullanıldı.
Bugün artık 20 yıllık tahribatın, çekilen acıların ve yaşanan kayıpların Erdoğan’la, Erdoğan’nın kişiselleştirilmiş nitelikleriyle örtüştürülmesi, onun gidişini başlı başına bir amaç haline getirdi. İşte bu “Yeter ki Erdoğan gitsin” rüzgarını arkasına alan Millet İttifakı ile sermayenin güncellenmiş yeni programı “güle oynaya” onaylatılmak isteniyor.
AKP’siz AKP
Gerçekte AKP’yle hesaplaşma, öncelikle AKP’nin nasıl bir parti ve kimlerin partisi olduğunun, 20 yılda nasıl bir düzen inşa ettiğinin anlaşılması ile olur. AKP, emperyalizmin ve Türkiyeli sermayenin ihtiyaçları paralelinde iktidara getirildi ve 20 yıl boyunca bu ihtiyaca hizmet etti. Bu gerçeklik yok sayılarak veya aynı sermaye kesimlerine farklı adaylar/partiler üzerinden hizmet ederek yol almak, olsa olsa AKP’siz AKP anlamına gelecektir.
6’lı Masa’ya kısaca göz atalım: Ekonomide başat rolü oynayacak gibi görünen Babacan, aynı rolü AKP sürecinde oynamıştı. Davutoğlu, gerek dışişleri gerekse başbakanlık döneminde hala hesabını veremeyeceği biçimde AKP’nin en önemli ve sorunlu politikalarından doğrudan sorumludur. Akşener, mızrağın çuvala sığmadığı, iktidarın suç odağına dönüştüğü, faili meçhullerle anılan bir dönemin kadrolarından biridir. Karamollaoğlu’nu halklar Sivas katliamından biliyor. Gültekin Uysal üzerinde durmaya bile değmez. Geriye Kılıçdaroğlu kalıyor. Onun da ekonomi kurmaylarından biri olan Faik Öztrak, Derviş döneminin Hazine müsteşarıdır. Kendisi ise uzun süredir adeta toplumsal muhalefeti “sakinleştirme/uyuşturma” veya tepkiyi yumuşatarak yeniden sistem kanallarına katma görevini üstlenmiş görünüyor.
Bu bilgilere kim önemsiz diyebilir? Peki buna rağmen bu olası iktidardan halk yararına olumlu şeyler çıkar mı? Buna da yanıtı programda yani Mutabakat Metni’nde görüyoruz.
6’lı Masa’da da ekonominin direksiyonunda olduğu görülen Babacan, bırakalım AKP döneminde yaptıklarından ders almayı, Metin’de görüldüğü gibi aynı şeyleri öneriyor. Bu, özelleştirmenin, “halka arz” veya “sermayenin tabana yayılması” gibi gerekçelerle meşrulaştırılmak istenmesinde görülüyor. Veya “Özel sektörün demiryolu taşımacılığına doğrudan tren ve dizi sahibi olarak girmesi için öngörülebilir, rekabetçi ve şeffaf bir piyasa düzeni kuracak, gerekli destek ve teşvikleri sağlayacağız.” denilerek en önemli KİT’lerden biri olan TCDD’nin özelleştirilmesi açıkça savunuluyor.
Mutabakat Metni’nde yer alan ve genelde neoliberalizmin gereği özelde Derviş’in mirası sayılabilecek konulardan biri de “Merkez Bankası Bağımsızlığının Teminat Altına Alınması” başlığıdır. Anımsanacak olursa 2001 yılında Merkez Bankası’nı ilgilendiren yasa, IMF dayatmaları doğrultusunda değiştirilmişti. Bilinir ki “Bağımsız” Merkez Bankası, piyasa ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket eder. Özetle 6’lı Masa, neoliberalizmin “Merkez Bankası bağımsızlığı” ve “piyasalar her şeyi belirler” önermelerini Mutabakat Metni’ne olduğu gibi taşımıştır.
Dil, ölçü ve değer farkı
Eğer metni sınıfsal bir gözle inceleyecek olursak, denilebilir ki hemen her noktasında ölçü farkı ve sorunlar bulmak mümkün. Örneğin kamu-özel iş birliği projelerinden oluşan zararın geri tahsil edilmesinden söz edildiğinde biz; “zararın ölçüsü ne, hangi zarar ve bunu kim, kimler adına nasıl tahsil edecek” gibi sorular sorarız. Çünkü bu projelerdeki zarar, örneğin bir köprüden geçeceği vaat edilen araç sayısıyla ölçülmez. Halk adına, toplumsal yarar açısından bakıldığında bu projeler, tepeden tırnağa, bir bütün halinde zarardır.
Bugünkü tabloya bakıp örneğin Merkez Bankası’nın bağımsızlığını savunmak, dalgalı kurdan veya mali kuraldan yana olmak, gerçekte neoliberalizme özgü piyasacı zihniyetten yana olmaktır. CHP’nin Vizyon Belgesi’nde yer alan ve çokça alkışlanan “aile destek sigortası”na dahi yer vermeyen bir metinde emeğin, işsizliğin, grev vb. hakların olmaması şaşırtmamalıdır. Bunun gibi laikliğe, tarikat ve cemaatlerle devlet ilişkisine, İstanbul Sözleşmesi’ne vb. yer verilmemesi; hepsi burjuva partisi olsa da 6’lı Masa’nın kesişen noktalarının ne denli az olduğuna ve bu durumun muhtemel bir hükümette hangi işleyiş problemlerinin yaşanacağına işarettir.
Sonuçta sistem, işleyiş yasaları, aktörleri vb. üzerinden doğru okunduğunda, Metin’de burjuva anlamda nispi demokratik ölçülerin bile neden aranmaması gerektiği görülür.
Sistemi ve ölçüleri doğru değerlendiremeyerek, “Metnin birçok olumlu özelliği olduğu tartışılmaz bir gerçeklik, bunların çoğu AKP’nin yol açtığı tahribatın giderilmesine yönelik” dediğiniz zaman, “tahribat nedir; kim, neyi neden tahrip etti? Şimdi kim, neden, kimler için bunu düzeltecek?” sorularını yanıtlayamaz duruma düşersiniz.
Sistemin işleyiş yasalarını bir bütün halinde meşru kabul edip, yolsuzlukla mücadeleyi kuralına uydurulamamış birtakım hırsızlıklara kadar daraltırsanız, daha büyük çaplı asıl hırsızlıkları meşru kılmış olursunuz. Yağmayı 5’li çeteden, silahlı çeteyi SADAT’tan ibaret görürseniz “buzdağını” yok saymış olursunuz.
Usulen dahi olsa eğitim dahil yaşamın kılcallarına kadar uzanan dinselleştirmeden, tarikat-cemaat istilasından, özelleştirmenin/piyasalaşmanın geldiği boyuttan vb. söz etmemek, metindeki ağırlığın hangi yönde olduğunun işaretidir. (Bu ittifakın iktidarında cemaat ve tarikatların dağıtılabileceğini savunan arkadaşların kulakları çınlasın.)
Nükleere olumluluk atfetmenin unutulmadığı metinde, sermaye sevicilik her noktaya sirayet etmiş durumda. Bu, aynı zamanda en fazla mutabık olunan başlığın neden “ekonomi ve finans” olduğunu anlatıyor. Ve Babacan’ın, 2009’da Erdoğan’a kabul ettiremediği “Mali Kural” ilkesini (kamu harcamalarına ve açıklarına katı sınırlamalar getirmeyi öngören, bir nevi “ekonomik anayasa” sayılan IMF kuralı) neden Altılı Masa’ya kabul ettirmekte güçlük çekmediği görülüyor.
Göçle ilgili ifadeler incelendiğinde, asıl kaynağa değinilmediği, “geri göndermekten” söz edildiği ve var olan “Geri kabul anlaşmasını” reddetmeyi değil, “Düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yapmayı” önerdikleri görülüyor.
“Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin güvenli ve iç hukukumuz ile uluslararası hukuka uygun biçimde mümkün olan en kısa sürede ülkelerine geri dönmelerini sağlayacağız.” deniliyor. Burada milliyetçi beklentilere göz kırpılıyor. Ve eğer uluslararası hukuka uygun davranılacaksa göndermenin hiç de bahsedildiği gibi kolay veya kısa sürede olamayacağı ya görülemiyor ya da “takiye” yapılıyor.
Sömürge yasalarında ısrar ve devamlılık
AKP’nin ilk yıllarına ve devamında Babacan’la anılan politikalara olumlu göndermeler yapmak, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi sıcak para arayışına girmek, sanıldığının aksine, bir alternatif değil AKP’den çok daha öncesine uzanan sermaye düzeninde bir devamlılıktır.
Sıcak parayla büyüme modeli, Özal zamanında başladı, AKP tarafından da uzunca süre kullanıldı. Hatta başka bağlam içinde bunu 46’lara, yeni sömürgecilik ilişkisinin ilk adımına kadar götürebiliriz. Sıcak para denilen olgu, gerçekte sömürgeciliğin, bağımlılık ilişkisinin niteliklerinden biridir. Bu bağlamda, Türkiye ile ABD arasında 1947 yılında imzalanan “Yardım Anlaşması”, Türkiye’nin kaderini belirleyen bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
Sonuç ortada; patronlar, patron temsilcileri, açıkça 24 Ocak Kararları’nı anımsatıp, dövizde artış beklediklerini ve TL’nin en az %30 değer kaybetmesi, doların 25 TL olması gerektiğini savunmaktadır. Gerçekte bu, sınıfsal iz sürerek gelişmeleri takip edenler için hiç de şaşırtıcı değildir. Özal’la anılan 24 Ocak Kararları, Derviş’le anılan ve “15 günde 15 yasa” olarak bilinen 2001 yasaları ile Kılıçdaroğlu’nun olası bir iktidar için başdanışman olarak andığı (Sarkozy ve Merkel’in danışmanlığını yapmakla malul) Jeremy Rifkin’in neoliberal potansiyeli, birbirini tamamlayan bir devamlılık niteliğindedir; yeni sömürgeciliğin güncellenmesinin ifadesi olan sömürge yasaları ve programıdır.
Mutabakat Metni’nde öne çıkarılan yeşil dönüşüm ve dijital ekonomi, makyaj işlevi görse de özünde sistemin ve sömürünün güncellenmesidir, dolayısıyla bir kopuşun değil devamlılığın ifadesidir. Benzer şekilde “çağrı üzerine çalıştırma, kısmi zamanlı çalışma ve uzaktan çalışma” gibi iş modellerinin kalıcılaşacağı, dolayısıyla da esnek çalışma ve güvencesizliğin emekçiler için değişmeyeceği görülüyor.
Meselenin özü
Artık Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın seçiminde dahi hangi tarikatın rol oynadığının günlük basına sıradan habermiş gibi düştüğü koşullarda, 244 sayfadan oluşan Mutabakat Metinlerinde yani azami programlarında “Tarikat ve cemaatleri devletten çıkaracağız” diyemeyen hatta bu soruna kör ve sağır davranan, sorunları potansiyellerinden büyük bir toplamla/ittifakla karşı karşıyayız.
Sermayeye görücüye çıkmış, “ben daha iyi hizmet ederim” yarışına soyunmuş bir ittifak tabii ki halka değil sermayeye vaatte bulunacaktır. Mesele şu ki daha öncesini yok saysak dahi AKP ile anılan son 20 yılın biriktirdiği bir öfke, bir itiraz potansiyeli ve halk enerjisi söz konusu. Bu enerjinin “Erdoğan’dan kurtulma” beklentisini sömürenlerce boşaltılması riski var ki sonuçta ortaya “AKP’siz AKP” çıkarma, dolayısıyla da umudu sömürerek sermayeye can suyu olma ve halkı hayal kırıklığına, umut yorgunluğuna düşürme ihtimali yüksektir.
Bu değerlendirmelerimiz karşısında, Millet İttifakı’nı eleştirmenin zamanı olmadığını, koşulsuz destek sunmak gerektiğini düşünenler olacaktır. Gerçekte ise bu büyük bir yanılgı olur. Çünkü Millet İttifakı’nı zayıf düşürecek olan, doğruların eleştirel bir dille söylenmesi değil koşulsuz destek ve alkıştır; sol değerler adına düzen siyasetine abartılı anlamlar yükleyip sınıf muarızlarına öykünmektir. Dolayısıyla da halktaki değişim yönündeki beklentinin basit bir nöbet devrine dönüştürülmesi, bir çeşit tuzaktır ve birikmiş 20 yıllık enerjinin heba edilmesidir.
Solun büyük bir kesimini etkisi altına almış ve parlamenter temsilin esiri haline getirmiş bu süreçten elbette bırakalım devrimi, burjuva demokratik düzen bile beklediğimiz yok. Dolayısıyla olası iktidardan; Kürt sorunundan kadın sorununa, inanç sorunundan doğa ve insan mücadelesine ve emek sorununa kadar hemen hiçbir konuya dair çözüm beklentimiz yok. Bizlerin öncelikli amacı, mevcut halk enerjisinin örgütlü bir güce dönüştürülmesi ve doğru hedeflere yöneltilmesidir.
Sıkça dikkat çektiğimiz gibi muazzam bir enerji birikmiş durumda. Bu enerji başka türlü kullanılabilirdi; sokakta da hayatın içinde de sandıkta da daha farklı sonuçlar elde edebilirdi. Ancak sandık tek istikamet haline getirildi ve “zaten sorunlar sandıkta çözüleceği için başka bir şey yapmanıza gerek yok” kanaati yaygınlaştırıldı. Bu kanaat/eğilim çok garip bir şekilde devrimci sosyalist yapılar tarafında da büyük ölçüde kabul gördü. Halbuki biri diğerinin alternatifi değildi. Hatta tersine sandığa gelene kadar hayatın diğer alanlarında sağlanacak örgütlenmeler, yapılacak çalışmalar sandığa da bir kazanım olarak yansıtılabilirdi.
Zorlu bir süreçten geçmekte olduğumuzun bilincindeyiz. Son 40-50 yıla damgasını vuran neoliberal dalga, sosyalizmin bir döneminin dağılmasıyla beraber etkisini çok derin ve boyutlu biçimde gösterdi. Daha önce de çeşitli biçimlerde dikkat çektiğimiz gibi solda adeta devrim ufku bulanmış, yerini “sınıfsal uzlaşma” olarak da okuyabileceğimiz bir çeşit “sosyal demokratlaşma” almıştır.
Sonuçta, buna rağmen tabii ki umutsuz ve çözümsüz değiliz. Sınıflar mücadelesinin uzun ve zorlu bir süreç olduğunun bilincindeyiz. Devrimcilik, rüzgâra kapılmak değil rüzgârın doğru yönde işlev gören yelkenleri doldurmasını sağlamaktır. Bu, sorunları görünür kılmayı, alternatif oluşturmayı ve oluşturulan alternatifin gerçekleşmesi için ihtiyaç olan mücadelede rol almak üzere örgütlenmeyi gerektirir. Bugün için de 14 Mayıs’ta da sonrasında da tercihimiz bu yönde olacaktır.
Bu süreçte Erdoğan’ın kaybetmesi çeşitli açılardan önemli. Hiç gitmeyecek zannedilen bir gücün sandıkta da olsa kaybetmesi moral etki yaratacaktır. Ancak daha da önemlisi Erdoğan durdukça düzene dair tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülecek, dolayısıyla da mücadelenin asıl hedeflere yönelmesi önlenmiş, geciktirilmiş olacaktır. Aradan çekilmesi ise doğrudan düzenle yüzleşmeyi beraberinde getirecektir.
Kısacası, bu değişim beklentisinin/isteğinin karşısında durmanın gereği de anlamı da yok. Ama bugünden başlayarak, böyle bir değişimin çare olamayacağı anlatılmalı, biriken enerjinin daha nitelikli sonuçlar için örgütlü bir güce dönüşmesi sağlanmalıdır. Devrimcilerin buradaki rolü çok önemlidir. Mesele basitçe devrimin önemini veya devrim sonrasını işaret etmek değil, halkın bugünden kaderini eline almasını sağlamak ve düzenin yeniden üretimine dolayısıyla da devamına hizmet edecek tüm politikalardan uzak durmaktır.