Gazete Yolculuk Haber Merkezi
Bugün, Devrimci/sol yapıların araç ve yöntem dağarcığı giderek zorlanır, açmazları artar ve ezberleri bozulurken, yapacağımız değerlendirmeler ve gireceğimiz arayış kulvarları bizi bir bakış açısına göre binlerce, bir başkasına göre de yüzlerce yıllık birikimden uzaklaştırmamalıdır. “Mutluluk bir varış değil bir yolculuktur” gibi yolun bizzat kendisinin önemine dikkat çekmelidir.
40-50 yıl öncesinin birikimleriyle yol alabilmenin sınırına gelinmiş olduğu bir süreçte binlerce yıllık mirastan söz etmek kimilerine bir paradoks gibi gelebilir ama gerçekte bu, nerede durup nereye, nasıl bakıldığı ile ilintilidir; YOL’dan ne anlaşıldığı ve hangi hedefe doğru nasıl yüründüğü ile ilintilidir.
Temel öneme sahip bu yöntemsel mesele, bir kez daha umudun seçim sandığına kadar daraltıldığı bir sürecin sonunda bizleri bekleyen zorlu yolu başarılarla katedebilmek açısından pusula niteliğindedir. Kast ettiğimiz ne yalnızca 31 Mart, ne 1 Nisan ne de 1 Mayıs‘tır; geleceği kazanmak için tek tek her birinin ve bir arada hepsinin içerildiği bir diyalektiktir.
Programatik gereklilikler ve sınıfsal analiz
Bugün artık kafa karışıklığı oranında temel tezlerle bağlar da kopuyor. Bu, kimilerinde pragmatizmi kimilerinde de popülizmi tetikliyor. Kendi özgücüne güvenmeyenler veya günü kurtarma telaşı içinde olanlar konjonktürel güçlere yedekleniyor ve sonuçta devamlılığı da tutarlılığı da yitiriyor.
Bu tarihsel kesitte yanılgı olarak saptadığımız meselelerden biri de toplumsal kimi reflekslerin dikkate alınması değil temel alınmasıdır. Bugün süreç ne denli değişirse değişsin ülkenin sosyo ekonomik yapısına bağlı stratejik hedef gibi tanımlar önemini koruyor. Örneğin bir süredir kent hareketleri öne çıkmış durumda; bunun ekonomipolitiği doğru okunmalı ve koşulsuz olumlama, kendiliğindenciliğin kutsanması vb. yerine programatik gereklilikler ve sınıfsal analiz dahilinde düşünüp hareket edilmelidir. Ne var ki bugün yaygınlıkla gözlendiği gibi ittifaklar veya birliktelikler stratejik hedefle ilinti içinde değil de duygusal ve psikolojik referanslarla veya pragmatik hesaplarla yapılıyor. İdeolojik-politik hatlarına göre aralarında kapanması zor açılar olan yapıların örgütsel bütünlüğe varan yakınlaşmalarını başka türlü açıklamak olası değildir.
Tüm bu nedenlerle bugün hangi değişimlerin nasıl hesaba katılacağı ve nelere sebep olacağının tayini başlı başına bir sorundur. Sermaye-iktidar, sermaye-rejim, emperyalizm-sömürge ilişkisi ya dikkate alınmıyor ya da yanlış tartışılıyor. Örneğin araçlardaki değişimi “Eski dönemin yapıları, örgüt tarzları, mücadele biçimleri miadını doldurdu.” biçiminde ifade ettiğinizde sadece yanılmış değil değişimi nasıl karşılamak gerektiği konusunda da yanlış yönlendirme yapmış oluyorsunuz. Özetle, değişime dikkat çekmek, geçmişi “gömmeği” gerektirmiyor. Böyle bir tarz, bizi daha ileri değil daha geri götürür. Gelişmeyi, birikimi reddetmiş oluruz.
Kapsayarak aşmak
Yöntemimiz, geçmiş birikim ve deneyimleri reddetmek, yok saymak değil, kapsayarak aşmak, ders çıkararak ilerlemek olmalıdır. Bu tür süreçlerin en önemli dinamiği, üretimin “bir bilenler” topluluğuna bırakılmaması, kolektif arayış ve üretime imkan tanınmasıdır. Ernst Bloch’un deyimiyle, “Arayışın kolektif sonuçları bilinçlenmenin kolektif bilgisini besler.” Siyasetin, bir elitin (veya son dönemin modasıyla söylersek ünlülerin) işi olarak kabul edilmesi, halkın yönetmeye değil yönetilmeye layık görülmesi, burjuva siyaset tarzıdır. Bugün yöneten ile yönetilen arasındaki mesafe ve yabancılaşma sürdürülemez bir noktaya gelmiştir. Araçlar, günü kurtaramıyor; seçilenler kısa sürede deşifre oluyor. Bu koşullarda alternatif yöntemler ve alternatifin soyuttan somuta taşınması büyük önem taşıyor.
Artık insanların toplumsal yürüme kulvarını yani toplumsal istikametini el yordamı ile belirlediği günler geride kaldı. Ama bu kez de algı yönetimi sektörleşti. Yine de kolektif görüş ve kolektif üretim bize çok şey kazandırır; yanılgıyı azaltır, görme kabiliyetini artırır.
Albert Camus “Başkaldırıyı Marx’tan değil, sefaletten öğrendim” der. Biz Marx’tan da sefaletten de dönemin sınıflar mücadelesi pratiğinden de öğreneceğiz. Avantajlarımız çok; yeter ki kolaya kaçmayalım. Yeter ki katılımcı herkese söyleme ve eyleme şansı verelim. Özetle, süreç “göz ucuyla” bakmayı değil doğru bakıp derin görmeyi gerektiriyor. Bu da devrimcilerin önüne teorik ve pratik önemli sorumluluklar çıkarıyor.
Castro, “birisi bize devrimin gizemi ne diye sorsa, örgütlü topluma dayandığı gerçeğinden başka cevap olmaz” der. Devrimin devamlılığının ve kapsayıcılığının güvencesi olan CDR’nin (Devrimi Savunma Komitelerinin) sloganları “Her mahallede devrim” olmuştur. Benzer şekilde neden bugünkü yakın hedefli sloganımız bireysel hayatımız dahil, “yaşamın her kesitinde devrim” olmasın?
Çözüm ve alternatif önerileri için
Sosyolog Z. Bauman’a göre, günümüz insanının muzdarip olduğu en büyük sorun “unsicherheit” yani “güvensizlik-belirsizlik-emniyetsizlik”tir. Böyle bir “hastalıktan” muzdarip birey, kendisini kurtaracak kolektif eylemin risklerini göze alacak kadar özgür değildir; hatta bunu düşünmeye bile zamanı yoktur. “Bu insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edecek cüretten ve zamandan yoksundurlar” (Bauman). Tek yapabilecekleri ve sık sık yaptıkları deyim yerindeyse kabuğunu kalınlaştırıp kişisel korunaklar oluşturmaktır. Bu da toplumsal olana yabancılaşmayı, içe kapanmayı, yalnızlaşarak daha korunaksız hale gelmeyi beraberinde getiriyor.
İşte tam da bu bağlamda kişiyi, içe kapanmaktan da yalnızlık ve çözümsüzlükten de kurtaracak olan, örgütlü bir zeminde durmak ve hayata soldan bakmaktır. Solda ortak akıl ve ortak ruh için çokça sebep vardır. Zor bir süreçten geçiyoruz. Kolaya kaçmak ve hele ki (ister dar isterse geniş zeminde olsun) bir birini suçlayarak parçalı yapıyı daha da parçalı hale getirmek kimseye bir yarar sağlamaz. Çünkü muhalif dinamikler birbirinin rakibi değil tamamlayanıdır; birinin başarısı diğerine bağlıdır.
“Farklı güneşlerin ışıkları farklıdır ama tek bir karanlık vardır” diyor Ursula Le Guin, Mülksüzler adlı çalışmasında. İşte o tek karanlığa karşı, birleşebildiğinde anında sonuç alabilecek sayısız ışık kaynağının bir toplam oluşturabilmesidir önemli olan.
Ütopya dahil, çözüm önerilerinden alternatif önerilerine kadar mevcut çeşitlilik, olgunun yani tartışılan konunun doğası gereği olsa da ve hatta bir yanıyla da zenginlik sayılsa da diğer yanıyla sonuç almayı güçleştiriyor. Bu nedenle çeşitliliği koruyarak yani tekleşmeden ve tekelleşmeden ortak hareket zemini oluşturmak büyük önem taşıyor.
Bloch‘tan esinle söylersek, ütopya, umudun politikleşmesidir. Benzer şekilde ütopya, sınırları zorlamaktır, menzil dışı olanı görebilme çabasıdır. Bir yanıyla imkansızı istemekse diğer yanıyla mümkünün kıyısı olduğunu bilmektir.
Ütopyasızlık düş yitimi, karanlıktaki birinin kapıyı bulabilme imkanını yani çıkış yönünü yitirmesidir. Ütopya, aynı zamanda Halil Cibran’ın “hepimiz mahpusuz ama bazılarımızın hücresinde pencere var bazılarımızın yok” dediği durumlarda ilkin kendine pencere açmak sonra da kapıyı kırıp özgürleşmenin koşullarını yaratmaktır.
Konfüçyüs’e göre “Cehalet aklın gecesidir ama Aysız yıldızsız gecesidir.” O halde karanlıkta “Ay”ımız, yumruğun bütünleştiği “Yıldız”ımız ve en kör hücrelerde bile “penceremiz” olmalıdır. Bu, YOL’u şaşırmamanın güvencelerinden biridir. Böyle bir yürüyüş/yolculuk, 31 Mart’ta “AKP’yi geriletme” ve kimi yerellerde sol-sosyalist adayların desteklenmesi bağlamında sandıkta sorumluluk üstlendikten sonra kesintisiz bir mücadele anlayışı içinde 1 Nisan’ı, tüm güçlüklerinin bilincinde olarak karşılamayı ve 1 Mayıs‘a doğru yürümeyi gerektiriyor.