Gazete Yolculuk Haber Merkezi
31 Mart seçimlerinin üzerinden geçen zaman, ortalıkta uçuşan ve birbirini kesen fikirlerin bir oranda sadeleştirilmesi için yeterli olmasa da önemli bir süredir. Seçim sonrasında bu denli farklı fikirlerin/değerlendirmelerin ortalığı kaplaması çeşitli açılardan anlaşılır bir durumdur.
Birincisi, psikolojik faktör: 14-28 Mayıs seçimlerinin negatif ağırlığının insanların üzerine çökmüş olmasının bir çeşit çaresizlik hissinin boğucu etkisi sonrasında AKP’nin karşısında CHP’nin aldığı bu başarı, hem moral oldu hem de hemen herkesin “nasıl oldu, neden oldu” vb. konusunda fikrini belirtmesini beraberinde getirdi.
İkincisi politik faktör: Solda en temel, en bilinen normların dahi öznellik, pragmatizm vb nedenlerle (küçümsenmeyecek sayıda yapı/parti tarafından) dikkate alınmadığı, siyasal ustalığın yerini “pazarlık tekniklerinin” aldığı, dolayısıyla da düşündürücü/sorunlu bir pratiğin ortaya konulduğu bu sürecin sonunda tartışmaların ve ortaya atılan fikirlerin de öznel, sınıf bakışından yoksun vb. olması şaşırtıcı değildir.
Belirli oranlardaki sadeleşmeye rağmen hala yanıtı verilemeyen sorular, eksik veya yanlış tartışılan konular var. Örneğin iki seçim arasındaki 10 aylık süreçte ne oldu da AKP bu denli oy kaybetti? Bu sonuç, küresel güçlerin AKP’ye desteğini kestiği anlamına mı geliyor? vb. çeşitli sorular gündemde.
Öncelikle belirtelim ki seçim gibi birden çok parametrenin aynı anda işlevli olduğu konuların tek bir parametre üzerinden tartışılması sağlıklı sonuçlara varmayı güçleştiriyor. Örneğin ekonominin insanlar üzerindeki olumlu/olumsuz etkisinin seçim sonuçlarında önemli oranda yansıdığı genel kabul gören bir olgudur. Buna rağmen yaşanan tartışmalardaki dağınıklık ve kafa karışıklıkları, küresel ekonomi politiğe de yer veren sınıfsal bakışın önemini artırıyor.
Küresel konjonktür ve Türkiye
Sınıflar mücadelesinin, çelişmeleri küresel boyutta keskinleştiren ve derinleştiren niteliği dünya ölçeğinde bir hegemonya ve paylaşım savaşına dönüşmüş durumda. Hemen her yerelin içinde bu genel olgunun izlerini görmek mümkün. Yerinden oynayan taşlar, bozulan dengeler ve bloklaşmalar savaşın araç çeşitliliği ile beraber daha sert ve daha yaygın geçmesini beraberinde getiriyor. Konu bağlamında Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren en sıcak ve en son gelişmeler içerisinden Somali’de ve Irak’ta artan tarfiği ve üstlenilen görevleri incelediğimizde küresel boyutun niteliğine ve ülkenin nasıl bir sürece sokulduğuna dair önemli veriler elde ederiz.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarından sonra Husilerin İsrail’e gidecek gemilere yönelik tehdidi vb nedenlerle, zaten Dünya ticareti açısından büyük önem taşıyan Kızıldeniz’in girişi ve onu çevreleyen bölge dünyanın en sıcak noktalarından biri haline geldi. Bu bağlam içinde Hint Okyanusu’na bakan kıyılarıyla beraber Somali, ekonomisinden çok stratejik konumu itibariyle ilgi odağı oldu. ABD’nin beş üs için anlaşma yaptığı ülkede Türkiye, limanların işletilmesinden ordunun eğitimine kadar çeşitli görevler üstlenmiş durumda. Donanma, Somali açıklarında korsanlara karşı önlem alırken, Türkiye üslerinde komando birliğinin yetiştirilmesi dahil askeri eğitim verilmektedir. 9 Şubat’ta imzalanan askeri anlaşmaya göre Türkiye, 10 yıl boyunca Somali karasularını donanması ile koruyacak ve Somali donanmasını geliştirecek. Bunun karşılığında ise Somali karasularında sondaj yapacak ve çıkarılan petrolden %30 pay alacak.
Irak’a gelince; son aylarda Washington, Bağdat, Erbil arasında yaşanan yoğun trafik, resmi ağızlarca “terör” tehdidi ile açıklansa da gerçekte bu gerekçeyi çokça aşan ilişkilerin örülmekte olduğunu söylemek mümkün. Peş peşe yapılan toplantılar, alınan kararlar, kurulan ilişkiler Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a “Erbil, Süleymaniye, Bağdat, Kerkük ve Musul’da geleceği hep beraber kuracağız” dedirtecek boyuta gelmiş durumda. Mart ayının son haftasında Bağdat’ta Fidan, Kalın ve Yaşar Güler’in katıldığı, Irak devlet yetkilileri ile bir zirve yapıldı. Bu toplantıda “terörle mücadele, ticaret, su ve ulaştırma” alanlarında ortak daimi bir komitenin kurulması kararlaştırıldı.
Irak’taki adımların ekseninde 1200 kilometrelik demir yolu ve otoyol ile Türkiye’yi Basra Körfezi’ndeki Faw Limanı’na bağlayacak olan Kalkınma Yolu Projesi yer alıyor. Toplamda ABD’nin bölge çıkarları paralelinde yoğunlaşan görüşmeler ve alınan kararlar, ABD taşeronluğunu daha görünür hale getirirken, bugüne dek Rusya ile girilmiş olan dengeleyici ilişkileri de sınırlayacaktır.
Bilinmesinde yarar olan bir diğer olgu da gerek ABD ile girilmiş olan bu ilişkilerin gerekse ülke içinde sermaye kesimlerine peşkeş çekilen maden bölgeleri, rant ve talan projeleri vb. nin AKP’nin iktidardaki varlığı ile sınırlı olmadığıdır. Kısacası, alınan bu kararlar ve atılan imzalar, aynı sınıfsal niteliklere sahip bir iktidar değişimi ile aşılacak, iptal edilecek türden değildir. Şimdilik ABD ve sermaye güçleri Erdoğan’dan vazgeçmiş gibi görünmüyor. Halk desteğini yitirdiği oranda İmamoğlu gibi bir adayın hazırda olması ise sistemin kadrosal anlamda ne denli güvenceye alınmış olduğunun ifadesidir.
Özetle küresel konjonktür, dış politika tercihlerinin giderek iç politika üzerinde daha etkili olacağını gösteren bir seyir izliyor. Önümüzdeki süreçte olası bir Irak operasyonu dahil, çeşitli sebeplerle bu daha yakıcı biçimde hissedilecektir.
Seçim ikliminde Türkiye
Gerek iktidarın gerekse muhalefetin gerilimi yüksek bir hazırlıkla girdiği Mayıs seçimlerinden sonra özellikle muhalif kesimlerde bir moralsizlik, dolayısıyla da Mart seçimlerine dair bir beklenti düşüklüğü gözlendi. Dolayısıyla 31 Mart’ta ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı oldu. Bu konuda çeşitli değerlendirmeler söz konu. “Ekmeğin küçülmesi veya tencerenin boş olması sandığa yansır mı; eğer öyle ise neden Mayıs ayında yansımadı?” gibi sorular soruldu. Hatta ekonominin etkili olduğunu yadsıyan değerlendirmeler de yapıldı.
Elbette ekonomi seçim sonuçlarında etkli tek faktör değil bu konuda sosyal-psikolojik çeşitli nedenlerden de söz edilebilir. Ancak ağırlıklı nedenin ekonomi olduğunu söylemek mümkün. Kafaları karıştıran nokta, ülke ekonomisinin Mayıs ayından bugüne önemli bir değişim yaşamamış olmasına rağmen böyle bir sonucun nasıl ortaya çıktığıdır.
Evet ekonominin göstergelerinde önemli bir değişim yaşanmadı ama kitlelerin yoksulluğu hissetme oranı önemli oranda değişti. Anımsanacak olursa Aralık 2022’de en düşük emekli maaşı 3500 liraydı. Bu tutar, Ocak 2023’te 5500 liraya çıkarıldı. Ve devamında aradan sadece 3 ay geçmişken, Nisan’da en düşük emekli aylığı 7500 liraya çıkarıldı. Temmuz ayında yapılması beklenen emekli zammı seçimlerin öncesine alınarak 5 ay içinde 2 kez zam yapılmış ve yüzde 114 artış sağlanmış oldu. Bu kısa sürede %30’luk enflasyona karşı % 114 zam gören emeklilerin ülke ekonomisindeki göstergeleri buradan okuyarak oy tercihinde bulunduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Aynı süreçte EYT’nin çıkması, ve ödemenin seçim sonrasına bırakılmadan yapılması gibi başka faktörlerle beraber düşünüldüğünde AKP’nin seçimi almak için tüm tuşlara aynı anda bastığını söylemek mümkün.
İşte 31 Mart seçimleri öncesinde böyle bir süreç yaşanmamış, dolayısıyla da halk örneğin o aralıkta yaşanan yüzde 60’ı aşan enflasyon karşısında yüzde 33 zam görmüş yani ekonominin kötü gidişatını yaşamında bu kez tüm ağırlığıyla hissetmiştir. Yukarıdaki kafa karıştırıcı soruların yanıtı burada yatmaktadır. Kasa boşalmış, seçim için de olsa kitlelerin gözünü boyayacak dolayısıyla da ekonominin kötü gidişini algılamayı geciktirecek adımlar atılmamış ve sonuçta Mayıs’ta kaybetmesi beklenen AKP Mart’ta kaybetmiştir.
Mimar ve mühendis odalarına, barolara, sendikalara müdahale eden, direnci kırıp yandaşlığı büyütmek için her yola başvuran AKP’nin biriktirdiği 22 yıllık avantajlara ve iktidar olanaklarına rağmen yaşadığı bu kayıp önemlidir. İktidarlaşmış kötülüğün tüm algı operasyonlarına, meşru olmayan yöntemlere ve başvurulan hilelere rağmen istediği sonucu alamaması, farklı bir dünya ısrarının önelenemeyeceğinin de işaretidir. Bu sonuç, geniş kitlelerde morali yükselten bir etki yapmıştır. Elbette yeterli değildir ancak bir eşiğin aşılmış olması bağlamında önemlidir. Kesintisiz mücadelenin gereği yerine getirilebildiği oranda bu, daha farklı kazanımların da habercisi olacaktır.
Bugünü doğru okumak, yarını uygun araç ve yöntemlerle karşılamak açısından önemli bir koşuldur. Kitlelerin kazanma motivasyonu ve buna bağlı oluşan pozitif ruh hali hafife alınmamalıdır. Örneğin Van’da seçimi kazanan Abdullah Zeydan’ın mazbatasının gasp edilmek istenmesi karşısında gösterilen ortaklaşmış tepki ve buna bağlı olarak alınan sonuç önemlidir. Bu saldırı karşısında ortaya konulan irade, gerek Kürt sorunu gerekse Türkiye’deki toplam sorunların çözümünün hangi araç ve yöntemlerle mümkün olacağının, birleşik mücadele bilincinin ne denli önemli olduğunun işareti olmuştur.
Solun seçimle imtihanı ve dersler
Devrimciler, yenilgiden olduğu gibi başarıdan da ders çıkarır. Etkilerini/sonuçlarını duygusal ve psikolojik ölçeklerden çok politik perspektifle değerlendirir. Sürecin iniş-çıkışları barındıran uzun ve zorlu niteliği, seçim dahil hiçbir eşiğe hak ettiğinden öte (abartılı) anlam yüklenmemesini gerektirir. Bunun bilincinde olan devrimciler, başarı sarhoşu olmayacağı gibi yenilgide demoralize de olmaz. Devrimcilerin, ölçüleri de beklentileri de çalışma tarzları da sınıf karşıtlarına benzemez. Kitleleri yönetilecek “etkisiz bir toplam” olarak değil, siyasetin öznesi olarak görür. Kazanımın ölçüsünü de burada, kitlelerin katılımı, örgütlülüğü vb. noktalarında arar.
Kısaca anımsattığımız bu genel doğrulara seçim çalışması sürecinde sol adına bağlı kalındığını ne yazık ki söyleyemeyiz. Aslında bu sorun, seçim çalışmalarıyla sınırlı değil. Kimi yapıları bir illüzyona sokan ve seçimleri en önemli çalışma tarzı haline getiren neden üzerinde önümüzdeki süreçte mutlaka durulmalıdır. Gerçekte solu küresel boyutlarda değerlendirmeyi gerektiren bu konunun üzerinde ciddiyetle durularak tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
İpuçları bağlamında kısaca söylemek gerekirse; devrimci mücadelede keyfiyete yer yoktur. Bu yolda nihai amaca taşıyan aşamalar, kısa-orta ve uzun vadeli programlar vardır. Bunların bütünü, bilimsel ve programatik bir ufuk gerektirir ve ülkenin sosyo-ekonomik yapısına, emperyalizmle girilen ilişkilere vb. bağlı olarak biçimlenir.
Seçim sonuçları programatik açıdan değerlendirildiğinde, önem oranı, başarının ölçüsü ve devamında ne yapmak gerektiği daha isabetli biçimde görülebilir. Böyle bir açıyla (stratejik hedef ufkuyla) ve programatik ölçülerle bakılmadığında, devrimciliği seçim çalışmalarından, nihai hedefi de sandık sonuçlarından ibaret görme yanılgısı oluşur; sınıf kavgası tek raunda kadar daralır ve sonuçta örgütsel araçlarınız, devrimin değil reformun, stratejinin değil taktiğin gereklerine göre biçimlenir.
Marksizm, sınıflar mücadelesi tarihinde tüm birikimlerin bilimsel bir disipline kavuşturulmuş olması bağlamında miladi özellik taşır. Sonrasında temel teorik tezler korunarak buna katkılar olmuş güncellemeler yapılmıştır. Emperyalizm bitmedi, niteliğini ve varlığını sürdürüyor ama potansiyel kötülüklerin zirve yaptığı bir aşamaya gelindi. Sınıf ilişki ve çelişmeleri, emperyalizmle kurulan bağlar vb. açıdan çok özel bir aşama söz konusu. 20. yüzyılın çalışma tarzı ve araçları, önemli oranda bir güncelleme gerektiriyor. Bunu yeterli boyutlarda değerlendiremeyen ve sürece yanıt olamayan sol, çeşitli ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de seçimleri, seçimler bağlamlı uzlaşmaları temel çalışma tarzı olarak benimsedi. Bu, nitelik kaybını koşullarken, giderek sınıf karşıtlarına öykünmeyi, siyasal çalışmayı “aday pazarlığı” ile ikame etmeyi ve kazanımdan dar grup çıkarını anlamayı beraberinde getirdi.
Bilinir ki çalıştırılmayan organlar zayıflar ve giderek işlevini yitirir. Bu, sol adına büyük bir risktir; bu illüzyondan bir an önce çıkılmalı ve sınıflar mücadelesinin gerçekliğine dönülmelidir. Bu, seçim sonuçlarının daha kalıcı kazanımlara taşınması için de stratejik yol kazalarına uğramadan nihai hedefe yönelmek için de gereklidir.
Ortada bir halk öfkesinin/tepkisinin olduğu doğrudur; bunun politize edilerek doğru kanallara akıtılmasının önemi ortaya çıkmıştır. Bu, halkla iç içe olmayı, kendisine ve sorunlarına dokunmayı ve en geniş kitlelerle beraber çözüm üretmeyi gerektiriyor. Umut, halkın kendi sorunlarına çözüm arayışındadır; solun bu arayışla doğru yer ve zamanda buluşmasındadır.
Önümüzdeki süreçte halkın sorunlarına çözüm aradığı yerde onunla buluşmak, öfkesini paylaşmak, çare üretmesinde yanında olmak, mevcut kazanımı ileriye taşımaya zemin oluşturacaktır. Tam da bu bağlamda 1 Mayıs, illüzyonu aşarak gerçekliğe dönmenin, kazanımı taçlandırmanın ve daha ileri hamleler için güç biriktirmenin zemini olsun…