Gazete Yolculuk Haber Merkezi
Berkin’e rastlanmalı
İçimizdeki çocuğun düşlerinde.
Ethem, yoldaş yoldaş titreşmeli
Kalplerimizin ritminde.
El ele yürüdük mü
Ali’nin yaraları iyileşmeli
Avuçlarımızın içinde.
Gülümsedik mi halk
Derinleşmeli mimiklerimizde.
Ancak o zaman empati kurmuş oluruz
Haziranca ölümsüzleşenlerimizin anneleriyle…
Devrimin önsözü
Gezi, kelime anlamıyla da “Berkin”di; doğallığı, samimiyeti ve katılım potansiyeli ile de Berikin’di. Berkin, Gezi’ye, kendinden önce giden Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz gibi yoldaşlaşmış akranlarını alıp geldi. Onların hem kendisi hem temsilcisiydi.
Gezi’de çocukları gibi anneler de vardı. Onları çocuklarından ayırmak, çocukları ile karşı karşıya getirmek isteyen valiyi “her yer anne her yer direniş” diye yanıtladılar.
Devrimci değerlerin sınırlar ötesi adı CHE gibi “çoğul” olmaktır Gezi, Berkin gibi erken büyümek Ali gibi ölürken bile örgütlemektir.
Aradan geçen 11 yılda, bırakalım bu değerlerin üzerine tereddüdün/kuşkunun düşmesini, aksine kökleştiği ve doğruluğunun kanıtlandığı görüldü. Nasıl ki 1871 Paris Komünü sonrasının Marksizmi, Komün öncesi Marksizminden daha zengin hale gelmişse Gezi sonrası Türkiye devrimciliği/birikimi de Gezi öncesinden daha zengin ve daha güçlü hale gelmiştir.
Bilinir ki mücadele süreçlerine halkın doğrudan katılımı, potansiyel imkanların açığa çıkmasını sağlar. Gerek mücadeleye gerekse ütopyaya dair güncellemeler yaptırır ve birikimi çoğaltır.
Gerçekte kendisi bir devrimin önsözü olmayı hak eden nitelikleriyle Gezi, hak edenlerin kalemine de dizelerine de hafıza kayıtlarına da konu oldu; öğretmeni kitleler olan bir derse dönüştü; “geçmişten miras aldıkları koşulların içinde kendi tarihlerini yazan” kitlelerin gelecekte neler yapabileceğinin habercisi oldu. Bu bilinç, birikim ve devamlılıkla Gezi’ye bakıldığında, “Nedir ne değildir?” sorusunu öznelliğe düşmeden (prim vermeden) değerlendirmek öncelikle bedel ödeyenlere verilmiş bir söz, yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.
Ne var ki bu yıl, ya çok sembolik ve hatta geçiştirme değerlendirmelere tanık olduk ya da Gezi’nin “sınıfsal olmadığını” söylemiş olanların bugün bunu kanıtlamak (!) için bu konuda yanılgı çapını daha da büyüttüğüni gördük.
Haziran direnişini hazırlayan koşullar ve hedefler?
Haziran direnişi kimlerin kimlere karşı direnişiydi; bu direnişi hazırlayan koşullar nelerdir? Haziran direnişi, “Erdoğan’a karşı biriken tepkinin mi” yoksa AKP’nin, “tekellerin ve emperyalizmin programı olarak adlandırılabilecek politikalarının mı” ürünüdür?
Bu türden direnişleri, patlama noktasından/nedeninden ibaret görmek de o patlama noktasını yok saymak da doğru değildir. Toplumsal olayları, insan bilincini ve patlayan öfkeyi basitleştirerek “sınırlı veya kişisel” çizgilerle tanımlanmış bir nedene indirgemek, olgunun doğasına aykırıdır. Bu, bazen öyle şematik biçimler alıyor ki “diktatörün filanca davranışına” kadar indirgenebiliyor. Bu şekilde tepki kaynağı oluşturabilecek pek çok olgu, parçalara ayrıştırılıp sebepler içinde sayılabilir ama temel fotoğraf, ana neden, o patlamaya sebep olan enerjiyi biriktiren olgu, AKP’nin 11 yıllık iktidarındaki uygulamalardır. Ve bu, tepeden tırnağa sınıfsaldır.
Elbette halkın yaşam tarzına karışmak da bunlardan biridir ama meseleyi salt bu çerçeveden görmek, TEKEL direnişini de 2008’le beraber dışa vuran iktisadi nedenlerin ağırlığını da özetle sınıfsal fotoğrafa giren olguları yok saymaktır. Hatta meseleyi bir iktidar meselesi olarak değil, bir sınıfsal mesele olarak değil, ezen-ezilen çelişmesi olarak değil “iktidarda bir şahıs” olarak görmek de çeşitli eksikleri/yanılgıları beraberinde getirir. Adına “diktatör” de denilse böyle bir hareket, bir kişiye karşı öfkeye indirgenemez. Bu da ancak “tetikleyicilik” içinde ele alınabilir. Aksi durumda toplumsal meselelerde hemen hiçbir şeyi sınıfsal bağlam içine sokamayız.
Biz dahil çeşitli kesimlerin/yapıların Gezi’ye dair “sınıf hareketi” tanımı birilerinin sandığı gibi “iyi niyetle veya o tarihsel harekete kıyılamadığı için” değil hareketin politik amaçları ve niteliği sebebiyledir. Ve gerçekte buradaki fark basit bir fark değil bir devrim anlayışı farkıdır. İşte tam da bu farktır ki Haziran direnişini sınıfsal bir hareket olarak gören ve devrime giden yolda bir basamak olarak değerlendiren yapılara yönelik, “devrim veya ‘devrimci kriz’ saçmalığında ısrar ederken tutarlı olmak için bu söylemi kullandığı” yakıştırması yaptırır. Daha da Türkçeleştirerek söylersek, biz ve bizim gibi yapılar, “devrim” ve “devrimci kriz” derken tutarlı görünmek için Gezi’ye “sınıfsal” diyormuşuz (!)
Haziran direnişi, bir sınıf hareketi değil miydi?
Sürece fiziki olarak katılanların sınıfsal köken olarak heterojen olması, hareketin sınıfsal olmaktan çıkarmaz/uzaklaştırmaz; burada asıl mesele harekete geçen kitlelerin talepleri ve öfkesi dahil eyleminin yöneldiği hedef ve varmak istediği dünyanın niteliğiydi. Diğer bir ifadeyle, itiraz edilenle talep edilen arasındaki zıtlık, bunun sınıfsal olarak nereye tekabül ettiğinin göstergesiydi. Daha da önemlisi bu elbette bir devrim değildi ama zaten dünyada devrimler bir anda işçi sınıfının fiziki önderliğinde, sosyalist bayraklar ve programlar eşliğinde başlamaz. Mesele bu denli basit ve mekanik olamaz.
Direnişe katılan kitlede ısrarla fiziki bağlamda işçi aramak; eğitilmiş işçilerin sürecin hangi aşamasında direnişe ne kadar topluca katıldığı veya katılanların bir kısmının kendi patronuna, Erdoğan’a duyulan öfke boyutunda bir öfke taşımıyor olması üzerinden değerlendirme yapmak; farklı bir bakış açısının ve devrim anlayışının ürünüdür. Ve gerçekte 1 Mayıs dahil çeşitli direnişlere küçük burjuva yakıştırması yapan tam da bu yanılgılı duruş, bu yaklaşımdır.
Haziran direnişine küçük burjuva damgası vurmak, gerçekte 2024 1 Mayıs’ındaki direnişi “Küçük burjuva radikalizmi” olarak değerlendirmekten öz itibariyle farklı değildir. Unutmamak gerekir ki bu duruşla ne Deniz, Mahir vb. ne de Küba devrimi savunulamaz; anlaşılamaz da…Haziran direnişi içinde emekçi mahallelerden gelen Alevilerin, plaza çalışanlarının vb.nin oranına dikkat çekmek, bu türden duruş ve değerlendirmelerindeki yanılgı oranını düşürmüyor. Çünkü mesele bir fiziki katılım meselesi değildir. Konu ısrarla fiziki katılım üzerinden gözlendiğinde iş, cuma günü Taksim’de milyonlarca insanın içki içmek üzere bir araya gelişine, “Cuma ritüeli” tanımına kadar getirilir. Evet şaşırtıcı biliyoruz ama ne yazık ki bunlar ciddi ciddi yazılıp savunuluyor…
Haziran direnişi bir komplo ve “uzantı” değildi
Haziran direnişi bir komplonun ürünü veya uluslararası bir hareketin uzantısı değildi ama böyle olmaması dönemsel iklimin ve nedenlerin etkileşimini yok saymaz. Örneğin kriz sonrası dönemlerde genellikle direnişlerin birkaç yıl gecikmeli gelişmesi nasıl bilinen bir durumsa 2008 sonrasında dünyada gündeme gelen Wall Street’i İşgal Et hareketi gibi çeşitli hareketler arasında şu veya bu oranda bağdan, etkileşimden bahsetmek yanlış olmaz. Aynı tarihsel döneme denk gelen “Arap Baharı”nı da bir çırpıda silmek, “Haziran Direnişi Arap Baharı’nın negatifidir” demek, toptancılık dahil birçok açıdan sorunludur. Söz konusu coğrafyada birikmiş olan sınıfsal öfkenin patladığı veya patlamaya yüz tuttuğu zeminlerde yönlendirilmiş olması örneğin bizi Tunus’taki gösterileri veya Tahrir Meydanı’nı bir çırpıda karşı tarafa yazma hatasına düşürmemelidir.
“Wall Street’i İşgal hareketi ekonomik belirlenimlidir” deyip geçmek, 82 ülke 1500 mekana yayılan bu dalga ile Gezi veya yakın dönemlerde gündeme gelen kimi hareketler arasında hiçbir etkileşimin olmadığı izlenimi vermek, o süreci, neden-sonuç ilişkileri içinde kavrayamamaktır.
Gezi yaşayan bir olgudur
Gezi, iktidar sahiplerini çok korkuttu. Tüm teknik imkanlarıyla da yalan ve manipülasyonlarıyla da çaresiz kaldılar. Bunun için dinselleştirmeye de paramiliter güçlerin geliştirilip yaygınlaştırılmasına da hız verildi.
Gerçekte ortada 1848-1871 gibi bir yenilgi yaşanmadı. Ama Gezi’nin bileğini bükemeyen AKP, antiGezi örgütlemeye yöneldi ve bu konuda belirli oranlarda başarılı oldu. Sonuçta Gezi yenilmediyse de bir geri çekilme, bir durulma sürecine girildi.
Ethem, Ahmet, Ali ismail...gibi ağırlığını her an hissettiren kayıplarımız var. Bozucu bir iklim altında antiGezi de yaratıldı ama Gezi yenilmedi. Yenilgi denince 1848 veya 1871 gibi bir yenilgi kastediliyorsa; hatırlayalım 1848 için “Sen nehri kızıl aktı” denilir. 1871 ise “en görkemli direniş en vahşi katliam” diye anılır.
Gezi’nin öğrettiği bir gerçekliktir; o, sessiz ve birbirinden habersiz gibi duran kitlelerin gücü/potansiyeli çıplak gözle görünenden ötedir. O potansiyel, her an harekete geçebilir. Önemli olan buna hazırlıklı olunmasıdır. Parantez kapanmadı. Gezi yenilmedi. Gezi bir kazanımlar dizisidir ve yaşayan bir olgudur. Anması da yapılmalı, kutlaması da…