Olağanüstü süreçlerden geçiyoruz. Yıkımın, zorbalığın, katliamların ve insanlık dışı her türlü uygulamanın devreye sokulduğu zamanlardan… Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında yaşananlar emperyalistlerin kar hırsını gün yüzüne çıkarıyor. Ülkemizde ise bu politikaların izdüşümü gereği, faşist baskı yasaları yaygınlaşıyor. Halklar katlediliyor, kazanılmış tüm haklarımız elimizden alınmaya çalışılıyor. Tam da böylesi bir süreçte meseleleri uzaktan izleyenler ise adeta stratejistlere rahmet okutacak düzeyde yaklaşımlar sergiliyor. Sol ise genel anlamda hem kendi öznelliğine kurban olarak, hem de bir özgüven yitimi sonucu, takındığı tavır ve yaklaşımlarla olguların üzerinden atlamayı tercih ediyor. Dolayısıyla aklımıza hemen şu soru geliyor: Solun kafası çok mu karışık?
Bir anlamda yaşananları bir kafa karışıklığı olarak ifade etmek de mümkün. Ama mesele salt bu basitlikte ele alınamayacak kadar vahim. Bunun nedenini ise en azından bu seferlik uzun uzadıya ele almak yerine, yazının sonuna bırakalım. Evet, olağanüstü koşullardan geçiyoruz ve yaşananların emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı bunalımın yansıması olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu anlamda endişeye de, bir kafa karışıklığı yaşamaya da gerek yok. Ya da anı geleceğe tahvil etmeye çalışan darlaştırılmış stratejik ufuk belirlemelerine de… Yeterince açıktır. Hem pratikle sınanmış, hem de defalarca tarihe not olarak düşülmüştür. Yaşananlar da bunun kanıtıdır. Yıllar önce dile getirilen “yeni sömürgecilik” uygulamalarının/niteliğinin bedelini ödüyoruz. Bunu anlamak için ise faşizmin kavranmasına ve biçimlerine ilişkin olarak çok genel çerçevede bir tanım yapabilmenin zorluğundan da bahsetmek gerek. Zira faşizmin biçimlenişinde ülkelerin kendi özgül koşulları önemli bir faktördür. Türkiye ise son dönemlerdeki gelişmelerle birlikte bu anlamda adeta bir laboratuvarı andırmaktadır. Benzer bir durum, “yeni sömürgecilik” ilişkilerinin evriminde de söz konusudur. Faşizmin biçimlenişinde de etkili olan yeni sömürgecilik olgusunun gelişimi ve evreleri de farklı süreçleri izlemekte, oldukça farklı biçimlerde şekillenebilmektedir. Bu nedenle genel olarak yapılan tanımlamalarda, biçimden çok, öze ilişkin belirlemelere ağırlık verilmelidir ki, bu da bir Marksist için olmazsa olmaz sayılacak bir kuraldır. Ve aynı zamanda “Lenin’i Lenin yapan” özelliktir.
“Hafıza i beşer nisyan ile malüldür” derler. Yakın tarih bağlamında ele alacak olursak solun çeşitli zaman dilimlerinde olduğu gibi 70’li yıllarda faşizme karşı mücadele anlamında yaşadığı kafa bulanıklığını bu duruma benzetebiliriz. Hatırlanacağı gibi 70’li yılların ortalarında ortaya çıkan faşist saldırganlığın, katliamların nedenini salt MHP ve Ülkü Ocakları olarak görenler olmuştu. Dolayısıyla faşizme karşı mücadele konusunda farklı anlayışlar ortaya çıkmış, kimileri bugün olduğu gibi, “ülkede faşizm yok” derken, kimileri de faşizmi salt MHP olarak tanımlamaya çalışmıştı. Bugün olduğu gibi o dönemde de faşist saldırıların niteliğini yeni sömürge politikalarının izdüşümü olarak tespit edenler, sürecin emperyalist saldırganlık ve ona göre biçim değiştiren ve ortaoyununu andıran bir yönetim şekli olduğunu da ifade etmişlerdi. Direniş Komiteleri ise işte bu sürecin ve doğru yaklaşımın çözümü olarak ortaya çıkmıştı. Bunun altında yatan gerçeklik ise, Lenin’in adeta akılların tutulduğu bir dönemde emperyalizm teorisini kendine rehber aldığı gibi teoriyi güne uyarlayarak hareket etme kabiliyetini/becerisini, dahası ısrarını gösterebilmesiydi.
Bu durum 80 sonrasında ise reel sosyalizm tartışmalarıyla yansımasını buldu. Süreç Üçüncü Bunalım Dönemi’nin bir ihtiyacı olarak yine biçim değiştirmiş, serbest rekabet ve küreselleşme nidaları adeta solun dahi yalpalayan duruşlar göstermesini beraberinde getirmişti. Sol “Özelleştirmelere karşı çıkmalı mı/çıkmamalı mı” veya “Sovyetler Stalin yüzünden mi yıkıldı” diye tartışırken, amacı 24 Ocak kararları gibi yıkım politikalarını hayata geçirmek olan 1980 darbesinin etkileri olanca hızıyla sürüyordu. Sonrası ise malum! Biz nerede hata yaptık, yakarışları…
Öznellik ve anı geleceğe feda etmenin, uzun erimli ve zor olan yerine kolaya kaçarak politika yapmanın, bir anlamda pragmatizmle malul bir duruş olduğunu söyleyebiliriz. Dahası bir anlamda postmodern kültürün soldaki uzantısı olarak da kabul edilebilir. Keşke yaşananları bir hafıza kaybı ya da deneyimsizliklerle açıklayabilseydik, o zaman işimiz daha kolay olur ve uzun uzadıya külliyatı dile getirebilecek araçlarla bu sorunu ortadan kaldırabilirdik.
Ancak, ülkenin gidişatı hususunda; süreci Erdoğan’ın şizofrenik ruh haliyle açıklayanların, AKP’yi geriletmek bağlamında ABD’yi izlemenin ya da kendi içerisindeki “çatlak sesleri” gözleyerek meraklanmanın, Arınç’tan ve Gül’den AKP’yi bölmesini bekleyenlerin, Haziran ayaklanması ile oluşan birikimi sandığa kilitlemenin, Ortadoğu ve Suriye bağlamlı politikaları emperyalistler arası politikalar çerçevesinde ele almanın, kadın ve gençlik mücadelesine kadar toplumsal mücadelede önemli yeri olan alanlarda eğreti duruşlar sergilemenin, faşizmi salt İslam olarak açıklamanın, emperyalizmi hesaba katmadan ülke tahlili yapmaya kalkışmanın, Haziran ayaklanmasını salt hükümetin zorbalığının bir sonucu olarak görmenin önüne geçebilirdik.
Belki o zaman bir Plehanov, bir Rosa, bir Martov ortaya çıkar, ardından onlara önemli dersler veren ve bu dersleri hayata geçiren bir Lenin’de yaratabilirdik. Ancak işimiz o kadar zor ki… Sadece internette kısa bir “sörf” yaptığımızda dahi, o kadar çok ‘Plehanov’, o kadar çok ‘Lenin’e rastlıyoruz ki, kendimizi “Lenin’lerden Lenin beğenme” girdabında bulabiliyoruz. Peki bu kadar çok Lenin’in olduğu yerde neden toplumsal muhalefete yön verebilecek bir birikim elde edemiyoruz? İşte günümüzün en anlamlı sorusu da budur. Bırakalım da bu soruya cevabı Mahir Çayan versin: “Biz Marksizmi entellektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!”