Trollü, kayyumlu, SADAT’lı Nazileşme
Sürecin hızlı yaşandığı, sınıfsal hoyratlığın öne çıktığı bu koşullarda, üzerinde durulmaya değer tek tek olaylar da sıkça yaşanmakta, olup biteni anlamak kaçınılmaz biçimde sınıf bilincini, sınıfsal bir bakış açısını gerektirmektedir.
Bir-iki örnek vermek gerekirse, artık “OHAL ile KHK’lerin amacının, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir” değerlendirmesi yapan ve “Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir” diyen bir Danıştay Başkanı var. Veya artık, mevzuatta yeri olmadığı halde özel hastane raporuyla, üstelik mevzuata uygun biçimde ağır hastalığı kanıtlanmış bunca insanın tutsaklığı devam ederken, Topbaş’ın damadını serbest bırakan bir yargı var.
Bu türden pek çok örnek vermek mümkün. Önemli olan, bu gelişmeleri şaşırarak izleyip anlam verememek veya kişiselleştirmek yerine, her bir öznenin sınıfsal rolünü oynayarak yeni rejimde yerini aldığını değerlendirebilmektir.
Bugünkü sürecin bir niteliği de kadrolaşma ve kurumlaşmanın, burjuva sistemde geleneksel olarak uygulanan, iktidardaki partinin kendi üyelerini belirli oranlarda gözeten türdeki kadrolaşmadan farklı olmasıdır. Birincisi, artık Nazilerde rastladığımız türde bir parti devleti amaçlandığı görülüyor. Trollerle, kayyumlarla, SADAT’la ve güncellenerek tahkim edilen tüm denetim ve zor araçlarıyla AKP devletleşiyor. İkincisi bu örgütlenme biçimi kimilerinin sandığı gibi devleti zayıf düşürmemekte aksine güçlendirmekte, en ücra köşelere kadar müdahale edip varlığını hissettiren bir yapılanma ortaya çıkmaktadır. Bu, aynı zamanda parti-devletin bir ekonomi politiğinin olduğunu gösteriyor.
Parti diktatörlüğünün ekonomi politiği
Dünya ölçeğinde egemen sınıfların yönetemez ve bu kriz koşullarında aynı şekilde devam edemez hale geldiği, sürecin yeniden paylaşımı ihtiyaç haline getirdiği koşullarda, sermaye güçleri tüm kozlarını sahaya sürüyor. Bugüne kadarki dengeler de ilişki biçimleri, kurumlaşmalar ve ittifaklar da değişiyor.
Güç ve hegemonya yitimi yaşayan ABD, eski konumunu/rolünü kaybetmemek için hemen her yola başvuruyor. Müdahaleler, uluslararası hukuku da yok sayan bir kuralsızlıkla gerçekleşiyor. Artık hiçbir tavize, rantın başka kesimlere dağılmasına tahammülleri yok. Toplumsal muhalefeti engellemek, pasifize etmek üzere bir dönem uygulanan sekonder dağılım dediğimiz paylaşıma da ihtiyaç bırakmadan bütün kaynaklara el koyma eğilimi var. Yani sosyal politikalara bütünüyle son veriliyor. Hatta giderek kapsam büyütecek bu saldırılardan örneğin Körfez ülkelerinin de muaf olmadığını söyleyebiliriz. Şimdilik Trump, Arabistan’ı korurken para kaybına uğradıklarını söylüyor ama sürecin giderek petrol kaynaklarına el koymayı beraberinde getirmesi sürpriz olmayacaktır. Yani bugüne dek Körfez’deki monarşileri silah almaya zorlayan ABD giderek oradaki ranta göz dikecek gibi görünüyor.
Brezilya’da Temer’in neoliberal politikalarının sendikalara aidat yasağını dahi kapsaması, Fransa’da Macron’un çalışma sürelerini artırmaktan söz etmesi, sömürülebilecek ve ranta çevrilebilecek ne varsa, tekellerin ölçü tanımaz saldırganlıklarının hedefi olacağını gösteriyor.
Dünyanın bu koşullarında Türkiyeli egemen sınıflar, bir taraftan gemileri yakmışçasına hedef büyütürken diğer taraftan cemaat-tarikat ağından sivil toplum kuruluşu görünümlü iliştirilmiş yapılanmalara kadar geniş zeminde politikalarının meşruiyetini onaylattıkları kurumların da kapsama alanını büyütmektedir.
İşte bu sınıfsal gerçekliğin bilincinde olmak, önümüzdeki süreçte nasıl bir örgütlenmeye ve mücadele araçlarına ihtiyaç olduğunu saptayabilmek açısından önemli bir kıstastır.
Sermaye karşısında en büyük tehdit sınıf bilincidir
Dünya ölçeğinde olduğu gibi Türkiye’de de egemen sınıflar, 1990’lardan bugüne adım adım sınıfsal bilinci yok etmeyi, sınıfsal duruşları etkisizleştirmeyi amaçlayan bir yol izledi. Bunu Fransa cumhurbaşkanı Macron’nun “ne sağcıyım ne solcu” sloganında da Erdoğan’ın “milli birlik ve beraberlik” vurgularında da (hepimiz aynı gemideyiz, hepimiz aynı pazardayız veya hepimiz aynı tarikattayız biçiminde) izlemek mümkün. Ancak, CHP merkezi iradesinde de gözlenen, sınıfsal bilincini köreltip sınıfsal tercihleri zayıf düşürmeye yönelik tüm itidalleştirme çabalarına rağmen, ezilenlerin zemininde umut verici bir enerjinin biriktiği görülüyor.
“Hayır ve Ötesi” dahil “Hayır” çalışmasının çeşitli kesitlerinde, toplumdaki saklı potansiyellerin açığa çıktığı, mevcut imkanların adı geçen örgütlü yapılardan/kadrolardan ibaret görülmemesi gerektiği bir kez daha bizzat sahada hayatın içinde deneyimlendi.
AKP’nin parçalayıcı ve kutuplaştırıcı siyasetine rağmen mücadele içinde sağlanabilen birlik, gelecek açısından umut vericidir; ancak yine de tehlike yani sınıfsallığı bulandırıcı tuzakların etkisi geçmiş değildir. Örneğin, daha şimdiden 2019 için dillendirilen isimler veya adaylık niteliğine dair yapılan nitelik tanımları, sonuçların meşrulaştırılması tuzağına düşülebileceğinin (veya meşrulaştırmaya bilerek hizmet edileceğinin) göstergesidir. Basına düşen son haberler, “çözüm masası” bağlamında da bu türden tuzakların/yanılgıların uzak bir ihtimal olmadığını gösteriyor.
Ancak tüm bunlara rağmen, AKP’nin 15 yıllık iktidarı döneminde biçimlendiremediği, muhalif niteliğini ve itiraz potansiyelini yok edemediği, tüm tehditlere rağmen kendi tercihlerinde ısrar edebilen ve sayısı hiç de azımsanmayacak bir toplumsal kesimden söz edebiliriz. Bu potansiyeli Gezi ile ilişkilendirmek mümkün, ancak Gezi’yi salt CHP tabanından veya kimi sol yapıların gücünden ibaret görmek, sosyolojik açıdan doğru bir değerlendirme olmaz.
Bugün yapılması gereken öncelikli şey “Hayır” çalışmalarında ortaya çıkan birleşik gücün acil ve uygulanabilir bir program etrafında kalıcılığını, giderek de sürekliliğini sağlamaktır. Haziran Meclisleri, bunun için tek seçenek değilse de önemli/öğretici bir deneyimdir.
Yeni rejimin kanıksattırılmasından kaçınılmalıdır
Sık sık ve çeşitli bağlamlarda CHP kurmayları tarafından öne çıkarılan ezik-savunmacı duruş, “Hayır”daki aklı da enerjiyi de yansıtmıyor. Ortada ev ev, sokak sokak yapılmış bir çalışmanın kazanımları ve bunun sonucunda açığa çıkmış önemli bir enerji var. Bu imkânlar siyasal bir stratejiyle doğru bir yöne kanalize edilebilirse, asıl kazanım o zaman gerçekleşecek.
Bugün ölçü alınması gereken karşıtlık/çelişme, “Evet-Hayır” ayrışmasının dışında başka zemin ve bağlamlarda olmalıdır. Bu zemini en genel anlamda halk ile oligarşi/Saray arasındaki çelişme tayin edecektir. Tekelleşmeye eşlik eden yoksullaşma, nasıl tüm halk kesimlerini etkiliyorsa, kıdem tazminatının gaspı, geleceksizlik ve güvencesizlik “Evet” diyen halk kesimlerini de etkileyecektir. Bu gerçeklik görünür kılınabildiğinde “Evet”in sandığa yansıyan oranının kalıcı-güçlü bağlarla oluşmadığı görülecektir.
Sınıflar mücadelesinin sertleştiği bir zeminde süreç çeşitli açılardan hızlı yaşanıyor. Böyle bir süreçte 2019 yakın değil uzak bir tarihtir; gerek bu açıdan gerekse hem hileli sandık sonuçlarını hem de başkanlık olgusunu meşrulaştırmamak için, 2019’u değil bugünü konuşmak gerekiyor.
Bundan sonra atılacak tüm adımlarda ve kurulacak dilde, sandıktan çıkartılan resmi sonuçlar kabullenilerek yenilginin meşrulaştırılmasından ve 2019 aday tartışmalarına girerek yeni rejimin kanıksattırılmasından kaçınılmalıdır.
Birleşik mücadelede örgütsel mevzilerin önemi artıyor
Referandum sürecinde, bugüne dek içten içe mayalanan dinamiklerin dışa vurduğunu gördük; ezilenler birbirine yakınlaşırken sistemle aralarındaki mesafe büyüdü. Buna rağmen alternatif zeminde yaşanan güven ve aidiyet sorunu aşılabilmiş değil.
Giderek görünür hale gelen bir sorunla karşı karşıyayız. Var olan örgütsel formlar, onlar üzerinden kurulan aidiyet ilişkisi, mevcut çeşitliliği kapsamaya, birleşik mücadele ihtiyacını karşılamaya yetmiyor. Bu tablonun oluşmasında Haziran gibi bir hareketin yeterince anlatılamamış ve anlaşılamamış olmasının rolü olsa da tek neden bu değil.
Gezi ve 16 Nisan gibi birleşik mücadele adına başarı hanesine yazılmış öğretici pratiklere rağmen, henüz bu alandaki mücadelenin gerektirdiği yöntem ve araçların nasıl olması gerektiğine dair farklar aşılabilmiş, yeterli-doyurucu tartışmalar yaşanabilmiş değildir.
İnsanların siyasete katılma mekanizmalarının sıfırlanmak istendiği; anayasasız, meclissiz, muhalefetsiz bir düzen öngörüldüğü koşullarda, halkın kendini ifade edebileceği örgütsel mevzilerin önemi daha da artıyor. Bu konuda yeni/büyük keşifler yapmayı gerektiren bir durum yok. Asıl mesele, çeşitli tarihsel kesitlerde üretilmiş/uygulanmış araçların, bu tarihsel ana kolektif bir üretkenlikle, farkların engel değil zenginlik oluşturacağı bir kapsayıcılıkla taşınabilmesi, ezilenlerin yoldaşlığının örgütsel bağlamda da sahada da somutlanabilmesidir.
Bunu sağlayabildiğimizde yani kafalarımızı karşı karşıya değil yan yana getirdiğimizde, Ernst Bloch’ın dediği gibi arayışın kolektif sonuçları bilinçlenmenin kolektif bilgisini besleyecek ve ortaya daha üretken, daha başarılı, sonsuz ufuklu bir irade çıkacaktır.