Yolculuk Blog – Ümit Kaynar
Dincileşme-Siyasal İslam
Önce bir yanlış kullanıma değinelim. Eskiden “Galat-ı Meşhur” tamlamasıyla anlatılan kavramlardan biri “siyasal islam”dır. Yanlış olmasına rağmen, yerleşik ve yaygın olduğu için doğruymuş gibi kullanılıyor. Çünkü İslam, doğuşundan beri siyasaldır. Kuran’da Muhammed’in ideolojik aygıtıdır. Peygamberlik kurumu İbrani kaynaklı olup İbrani peygamberlerinin hepsi hükümdar-kraldırlar. Bu tarihsel köke uygun olarak Muhammed de kabileler federasyonu başkanı, yani kralı olmuştur. (Prof. Dr. Hasan Aydın, Merdan Yanardağ, Kutsal Kısır Döngü’den, s:194) Gelenek ve kökene bağlı olarak her davranışı siyasaldır. Mantıken din-inanç (logos) a ilişkin her şey kaçınılmaz olarak siyasal olmak zorundadır. Öyleyse İslamiyet, muhalefeti ve muvafıkı siyasaldır. Somutlarsak Mutezile’si ile “Eşarisi” ile siyasal olma dışında ihtimal dahi taşımaz. Hal buysa DİN’ler siyaset dışı (laik) olamazlar. Tarihte Batı’da daha açıkca görüldüğü üzre laikleştirildiler.
Müslümanlık’ın siyasal-sınıfsal özellikleri nedeniyle, güçsüzleri ezmek-sömürmek, güçlülere bağımlı olması da tartışılması gereksiz gerçekliğidir. Bu nedenle askeri başarılarla üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu, önce mali, hemen bununla birlikte tüm toplumsal öğeleriyle Batı emperyalizmine bağlandı. Adı “dış borç” konan bağımlılık Abdülhamit zamanında “Duyun-u Umumiye” (Genel Borçlar) ile şekillenirken “İslamcılık” adıyla kandırmacalık da oynandı. Abdülhamit, “İslamcılık”ın doğurganı olmakla birlikte, kendisinin bireysel olarak İslamiyet’in dinsel gereklerine uymadığı bilinir. İlerde değinilecek ama, dinciliği de kendisi de yazboz tahtası gibi her boyaya giren Necip fazıl Kısakürek tarafından keşfedilip “Ulu Hakan Abdülhamit Han” statüsüne sokuldu. Bu vesileyle yine bir atasözü geldi aklımıza: Tezekten terazinin boktan olur dirhemi (!) İşte bu yükseltilen Abdülhamit zamanında, Berlin-Bağdat Demiryolu güzergahının iki yanındaki toprakların satılması, Filistin’in Yahudi-Siyonistlere satılması ve ülke topraklarının misyoner okullarıyla doldurulması vuku buldu…
Bütün bunlar İslamiyet’i yüceltmek isteyen (!) Osmanlı döneminde oldu. Yani emperyalizmin her yere duhul etmesi için iç dinamikler tamamen hazırdı. Şimdi de Osmanlıcılar göreli bağımsızlığa bile karşı çıkıp sömürgeliğe dönmek ve kendileri bundan nemalanmak siyasetini sürdürüyorlar.
Kemalist reformlarla nefesleri biraz azalınca yeraltına inen dinci kesimler faaliyetlerini gizli olarak sürdürdüler. Burada bir konuya özellikle dikkat çekmek isteriz. Bu dönemde halk ve üreticiler açlıkla mücadele ederken fakrü zaruret çektiklerinden yakınan dinci önderlerin hiç birinin yokluk açlık çektiğini gören, bilen, duyan var mı? Dinciler bırakın açlık çekmeyi, salt bazı fazlalığı olan hakları kısıtlandı. Her zaman bir eli yağda bir eli balda haramzadeler olarak bunlardan dolayı hala ağlayıp sızlanırlar. Biraz anımsatma yapalım; Süleymancılar’ın kökleri Balkanlar’da Naziler’le birlikte direnişçi Partizanlar’a karşı savaşanlara dayanır. Bunların Nazi altınlarıyla Türkiye’ye döndüklerini daha önceleri yazmıştık. Yolsuzluk mu arıyorsunuz? İşte Allah ve Naziler sayesinde YOLSUZLUK. Süleymancılar’ın 1960’lardan sonra Türkiyeli işçiler Almanya’ya yeni geldiklerinde ilk örgütlenen İslamcı örgüt olmaları pek boşuna değil.
Dinciler kayırılmalarından bazılarını yitirmekten ağlaya dursunlar M. Kemal’le başlayan tavizler İnönüyle bir emperyalizm dayatmasıyla zıvanadan çıkmaya aşladı. Adeta pıtrak gibi yeniden türediler. Bunlardan hemen hepsi Naziler’le içiçeydiler. Anadolu’da bazı köy imamlarının Hitler lehine propaganda yaptıkları da yazılmıştı. Trakya Yahudi kırımı sorumlularından M. Rıfat Atilhan da her yasa ve insanlık dışı işte olduğu gibi hemen İslamcılığa geçti. Bir süredir unutulmuş görünen Said-i Nursi Atatürkçülük taslayan, Türkçe ezan şampiyonluğu yapan kimileri tarafından yakın zamanda rehabilite edilerek yeniden dinsel örgütçü oldu. Okuma yazma bilmemesine rağmen risale (makale) ler yazdı. Said’in ilk kitabı Amerika’da Türkçe basıldı. İşte size din adına emperyalizm eliyle yapılan bir YOLSUZLUK daha. Durun bitmedi? Said Afyon Bolvadin’de zorunlu ikamette iken yakınındakiler vasıtasıyla günlerce aç durup hiç bir şey yemeden yaşadığı yalan propagandası yaptırır. Dönemin Boladin savcısı yukardan gelen emirle evinde arama yapar. Aramadan bir şey çıkmaz. Tam gidileceği sıra evin çatı katının da aranması savcının aklına gelir. Yukarı çıkıp bakıldığında ne görsünler beğinirsiniz. Binlerce yumurta kabuğu, ağzı açık rafadan biçimde duruyor. Nurslu Said’e sorulur, yumurtaları çiğ olarak içip açlığını giderdiği cevabı alınır. (Ali Rıza Akbıkıyoğlu, Demokrasi ve İsmet Paşa) İşte size bir adı Nurs’lu olamasından nur çağrıştırması yapmak üzere Said-i Kürdi iken Said-i Nursi konan din yücesinin Allah-Din adına yaptığı bir YOLSUZLUK daha. Tamamlayıcı bilgi: Ali Rıza Akbıyıkoğlu bir hukukçu olup Uşak’ta avukatlık yaptı. İnönü ve Ecevit liderliğinde CHP’den Uşak milletvelilliği de yaptı.
Siyasal İslamcılar, kemalizm ve tek parti icraatlarından “cenaze namazı kıldırıcak imam bile yoktu” diye yakınırlar. Biraz bilgiçlik taslayalım: Cemaat oluşması için en az üç kişi gerekir. Bu üç kişiden en dini yönden bilgilisi “imam” olur ve namazı kıldırır. Yani ayrıca ekstra bir imama gerek yoktur. Kaldı ki ücreti maaşı devlet ya da toplum tarafından ödenen imamın, din inancı farklı olan, ya da inançsızların ödediği gelirden oluşan maaşı alması “haram”dır. Bunların yakınması haksızdır…
İnönü döneminde dinsel tavizler başladı. Bunlar ihtiyaç duyulan değil, emyperyalizmin yeni lideri ABD’nin dünyaya ve özellike bağımlı ülkelere dayattığı çok yönlü uygulamalar, yaptırımlardır. Bir yandan SSCB etkisini kırmak içindi. Daha 2. Dünya Savaşı sürerken ABD Sovyetler’e Kiliseler’in serbest bırakılması için baskı yapmıştı. Türkiye seferi, konsolos cenazesini getirme bahanesiyle Missouri zırhlısının ziyareti ve sonrası İzmir ziyaretiyle devam etti. Vurgulamak zorunludur, hemen 2. Dünya Savaşı bitiminde, daha sonra DP’nin “modeli” olan serbest ticarete CHP-İnönü döneminde girildi. Oysa aslında ülke ekonomik verileri ABD yardımını gereksinmiyordu. Dış ticaretin 1945’de 100 milyon dolar fazlaık verdiği biliniyor. Asıl amaç ABD’ye bağlılığı (onlar adına demokrasi diyorlar) sağlamaktı. Bunun göstergesi Marshall Planı’na göre ABD’den 1947’de 100 milyon dolar kredi alındı. 12 Şubat 1947’de Dünya Bankası’na, 11 Mart 1947’da da IMF’e üye olundu. 12 Temmuz 1947’de Askeri İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre ABD’nin verdiği silahlar ABD izni olmadan kullanılamayacaktı. (Hür Dünyanın Saflarında, Ateş Uslu, OGTSH, s:346-48-78)
DP (Demokrat Parti) Menderes Dönemi:
Bir aykırı belirleme ile başlayalım: DP dönemi, yandaşların iddiası aksine “Ak Devrim” ya da karşıtlarının iddiası gibi “Karşı Devrim” değil, TC tarihinin İTC’nden devralınıp kemalizmle başlatılan sürecinin devamıdır. Bizce sınıfsal bileşenlerde (iktidar ortakları) askeri bürokrasinin dışlanması dışında kemalist iktidar, aynı hedefleri (kapitalizm) aynen devam etmiştir. AKP ile de devam etmektedir. DP’nin yaptığı en olumlu politik iş, siyaseti halka indirmek oldu. Osmanlı’da nazırlara-vezirlere ait olan politika, Abdülhamit döneminde herkese yasaktı. Gizli örgütlerle yapılıyordu. 1908 Devrimi’nden sonra kısa bir süre halka inebildiyse İTC diktasıyla sona erdi. TC ve Tek Parti’de “tek lider” uygulamasıyla halk yine dışlandı. DP “milli irade” adıyla, halkın oyu için siyaseti halka götürdü. Ancak şekilsel olduğu için “bizden olan”, “bizden olmayan” anlamında kullanıldı. Biz Menderes’in “mili irade” anlayışının çarpıklığını göstermek için “akıl hocası” olan Ali Fuat Başgil’in daha 1948’de söylediği şu sözleri aktarmakla yetineceğiz: “Milli İrade’nin kutsiyetine dayanarak en zalim diktatörlere bile, demokratik de olsa, bir ekseriyetten gelen istibdat arasında aslı bir mahiyet farkı yoktur.” (Age, s:552) Ama bunlar Menderes-Bayar’a ve bütün sağ siyasetçilere vız gelip tırıs gitti.
Tabii Türkiye burjuvazisinin asıl uğraşı alanının sanayi üretim ve yönetimi olmadığını hiç akıldan çıkarmadan inşaatın da DP döneminde aşırı arttığını ve adının da “kalkınma” konduğunu söylemeliyiz. Bundan mülhem olarak çocukluğumuzda halkın “dünya/zaman bina ile zinaya kaldı” dediğini anımsarız.