Yolculuk Çeviri – Zeynep Büşra Islak
Kaderini gerçekleştirmeyi başaramayan bir “Kader Adamı”na ne olur? Eski Ulusal Cephe lideri Jean-Marie Le Pen’in otobiyografisinin bu ikinci cildi, bunaklık halindeki düşmüş bir demagogun ilginç bir portresini sunuyor. Jean-Marie Le Pen, 2015 yılında ihraç edilmesinin ardından giderek daha marjinal ve eksantrik bir figür haline geldi; siyasi rolü artık yalnızca 2018’de partiyi yeniden adlandırarak farklı bir imaj yaratmaya çalışan Ulusal Birlik lideri kızı Marine’e sataşmaktan ibaretti.
“Oedipus’un Yıkımı” olarak adlandırılabilecek bu kitap Ulusal Cephe’nin oluşumundan siyasi güç haline gelmesine ve Le Pen’in kızı tarafından partiden ihraç edilmesine kadar uzanan dönemi ele alıyor. Dağınık ve kötü düzenlenmiş metnin büyük bir kısmı bu ayrılığa yer veriyor, ancak Le Pen aynı zamanda kendisine yöneltilen faşist, antisemit, yalancı ve ırkçı olduğu “suçlamalarına” da değiniyor.
Birinci cilt, yazarı zafer için kaderi çizilmiş, savaş dönemi Vichy rejimi ve direnişle belirsiz bir ilişkiye sahip, Breton kökenli bir Huckleberry Finn olarak sunuyordu. İkinci cilt ise yazarın kendisini Charles de Gaulle ile kibirli karşılaştırmasıyla başlıyor: Jean-Marie Le Pen hayatını De Gaulle’ün başaramadığı ulusal birliği sağlamaya adadığını iddia ediyor. Ancak kısa sürede anlaşılıyor ki karşımızda neredeyse hiçbir öz farkındalığı olmayan, kendi kızlarıyla bile birlik sağlayamayan sözde bir ulusal kurtarıcı var.
Ben ırkçı değilim ama…
Jean-Marie Le Pen, Ulusal Cephe’nin 1970’lerdeki kuruluş yıllarını ele alırken partide faşistlerin yer aldığını kabul ediyor ancak faşizmin kendisi için “fazla sol” olduğunu iddia ediyor. Hem faşizme hem de Nazizme (fazla ırkçı bulduğu için) uzak durma çabası içinde olduğu iddiası, faşist ve Nazi olan sayısız arkadaş ve tanıdık edinmesini engellemiyor. Le Pen, bunların hepsinin birer canavar olmadığını savunuyor ve ekliyor: “Tıpkı tüm Müslümanların ya da Komünistlerin canavar olmadığı gibi”
Örneğin Belçika faşizminin simgesi ve fanatik bir Nazi olan Léon Degrelle. Hitler, onun yüksek rütbeli bir SS subayı olarak yaptığı hizmetlerden dolayı, Üçüncü Reich’ın en yüksek nişanı olan Şövalye Haçı’nı vermişti. Ancak Le Pen, onunla tanıştığında Degrelle’de “onursuz bir şey” görmediğini sadece anekdot anlatma yeteneğine sahip, hoş ve samimi bir adam olduğunu söylüyor. Benzer şekilde Le Pen, moda tasarımcısının yeğeni ve İngiliz faşist Colin Jordan’ın eşi Françoise Dior ile tanışmasını anımsıyor ve şöyle yazıyor: Dior, “Hitler’e hayran olan ve muhteşem memelerinin arasında gamalı haç takan bir kadındı.” Ayrıca Hitler’in favori heykeltıraşı Arno Breker’in, kendisinin heykelini yapma teklifinde bulunduğunu ama Ulusal Cephe Siyasi Bürosu’nun bunun aleyhine karar verdiğini söylüyor.

Le Pen ile daha yakın bağlara sahip olan faşistler arasında, eski bir Komünist olan ve Jacques Doriot’nun Nazi yanlısı Parti Populaire Français (PPF) partisinin önde gelen üyelerinden biri olduktan sonra Benito Mussolini’ye danışmanlık yapan Victor Barthélemy de yer alıyor. Le Pen, onu Ulusal Cephe’nin genel sekreteri olarak atamıştır. Bir diğer eski PPF üyesi olan ve Ulusal Cephe’nin yönetiminde yer alan kişi ise André Dufraisse. Le Pen, Dufraisse’in “Rusya’daki savaşta” (yani Nazi Almanyası safında Waffen SS için savaşırken) oynadığı rol için arkadaşlarının “sevimlice ‘Panzer Amca’ lakabını taktıklarını” anımsıyor.
1970’lerin başında aşırı sağcı örgüt Ordre Nouveau’nun (Yeni Düzen) önde gelen üyelerinden biri olan François Duprat faşizme ömrü boyunca bağlı kaldı. Ulusal Cephe projesi başlangıçta Duprat gibi kişilerin, Ordre Nouveau’nun sokaklarda dövüşen faşistlerinin küçük ölçekli faaliyet alanı gettolardan kurtulmasını sağlama arzusuyla şekillenmişti. Le Pen, Duprat ve “devrimci milliyetçilik” taraftarlarının ne yaptıklarıyla ilgilemiyor, kendi sözleriyle “gerçekten ne anlama geldiğini kimse anlamamıştı.” Deneyimi Jean-Marie Le Pen’e çok sayıda planı olan ancak solun sahip olduğu disiplinden yoksun bir çevreden uzak durmayı öğretti. Daha önemlisi Le Pen, politik fırsatı göremedi: Toplumumuzun dönüşümü göçün ve küçük işletmelerin ölümünün damgasını vurduğu dönüşüm gerçekleşmiş, sömürgecilikten kurtulma tamamlanmıştı. Bu bir devrim değil büyüme ve sanayileşme zamanıydı. Le Pen kırk yaşındayken faşist aktivistlerin onun II. Dünya Savaşı’na, sömürgecilikten kurtulmaya ve cumhuriyetçi yasallığa takıntılı yaşlı kafalı bir herif olduğunu düşündüklerini söylüyor.
Mayıs 1968’in ardından Le Pen, Ordre Nouveau militanlarının “sağın aşırı solcuları” olduklarını düşündüğünü söylese de şöyle anlatıyor “Ama birbirimize ihtiyacımız vardı. Devrimci milliyetçiler, imajı düzgün bir cephe arıyordu ve ben, imajı düzgün cepheme asker arıyordum: Sonunda bir anlaşmaya vardık” Sonucunda Ulusal Cephe doğdu. Duprat’a gelince 1978’de arabasının altına yerleştirilen bir bomba tarafından havaya uçuruldu. O dönemde faşist Richard Verral’ın inkârcı metni Did six million really die? (Gerçekten altı milyon öldü mü?) adlı kitabının çevirisini tamamlıyordu. Le Pen’e göre Duprat, Ulusal Cephe’nin “doktrinsel düşüncesinde” önemli bir etkisi oldu. Tarihsel bağlamın politik mücadeledeki önemini anlayan Duprat, özellikle Faşizm Tarihi Dergisi adlı üç aylık yayında bunu teorileştirdi. “İtiraf etmeliyim ki” diyor Le Pen, “şimdi Duprat’a o zaman olduğumdan daha yakın hissediyorum.”

Le Pen’in anlatımından Ordre Nouveau’yu gerçekten ciddi bir güç olarak görmediğini çıkarabiliriz. Kendi görüşleri Fransız aşırı sağ geleneğine dayanıyor ve bu gelenek antisemitik komplolar, ırkçılık ve otoriterlikten yoğun bir şekilde etkilendi. Bu unsurlar açıkça faşist bir dünya görüşüyle örtüşüyor. Örneğin Le Pen, Ulusal Cephe’nin 1978 ekonomik programını “karşı devrimin küçük el kitabı” olarak tanımlıyor ve Ulusal Cephe’nin işletmeler ve araziler etrafında şekillenen mülkiyet savunmasın aşırı kar ve, “üretken olmayan sermaye” spekülasyonu ile karşılaştırıyor.
Kitap Le Pen’in pişmanlık duymadığı antisemitizmini sürekli göze sokuyor; Holokost’u tarihsel bir “detay” olarak nitelendirmesinden, “Yahudi lobisi”nin etkisine dair şikayetlerine ve “aşırı sağ” etiketinin ona parya muamelesi yaparak sarı bir yıldız gibi işlendiğine dair tiksindirici iddialarına kadar birçok örnek var. Stratejik yönelim açısından Le Pen’in kendi rolü ve amacı hakkında net bir görüşü var: Hem aşırı sağcılar hem de radikalleşen muhafazakârlar için tavizsiz bir kutup olmak. Güç onun kitabında vurguladığına göre tek başına kazanılamaz ve eğer “sistemle” uzlaşarak kazanılacaksa gücün hiçbir anlamı yok. 2002’de Jacques Chirac’a karşı ikinci olarak kazandığı seçim zaferinin “neredeyse aşılmaz zorluklar” yaratacağını kabul ediyor çünkü “medya, finans, ordu, polis ve yönetim” gibi alanlarda gerekli olan müttefiklere sahip değildi.
İlginç bir şekilde Le Pen 2017 seçimlerinin ikinci turu öncesindeki Emmanuel Macron ile tartışan kızı Marine Le Pen’in çokça eleştirilen performansına benzer yaklaşıyor:
“İyi bir tartışmayla ve seçimden bir hafta önceki terör felaketiyle belki de kazanabilirdi ama ne yapacaktı? Hangi kadroyla? Hangi ekiple? Yönetimle, sanayiyle, bankalarla ilişkileri ne olacaktı? Ya sendikalarla, polisle, orduyla ve kiliseyle ilişkileri? Ulusal Cephe’nin büyük zayıflıklarından biri bağımsızlığının bedeli olarak dramatik bir yalnızlıktır. Zamanında militanlar vardı, o da yok. Marine’in başarısızlığı belki de bir nimet oldu.”
Ulusal Cephe’nin sözde detoksifikasyon (yani kızının yeni imaj yarattığı) sürece yönelik eleştirisi bu bakış açısıyla uyumlu. Sonuçta Trump’ın başarısının radikalleşmeye dayandığını “suçlandığı şey haline gelerek” başarı elde ettiğini savunuyor. Kendi deneyimi ise Valéry Giscard d’Estaing’in liberal sağı ile uzlaşmayı reddetmesiyle “general vasfını” koruma ve “sisteme karşı duruş” şansını korudu. Detoksifikasyon süreci bir yanılgı çünkü bu süreç bir şeyi toksik veya zehirli olarak nitelendirenlere bağlı değil. Nihayetinde rakibin oyununu oynamak “Fransa ve Avrupa’nın ihtiyacı olan alternatif model” olma iddiasından vazgeçilen bir “entelektüel teslimiyet.”
Aile Meselesi
Le Pen’in Ulusal Cephe’den atılmasına duyduğu öfke bu tür ifadelerinde ve kızları Marinei Marie-Caroline ve torunu Marion hakkında yaptığı küçümseyici yorumlarda açıkça görülüyor. Hiçbiri Le Pen’den siyasi tavsiye istememiş ya da ona “siyasi yakınlık” duymamış. Marine’in “baba katli” yani babasını kendi örgütünden atmasını Jean-Marie Le Pen “doğaya karşı bir suç” olarak tanımlıyor ve bir mafia cinayetiyle kıyaslıyor; bu sistemin bir tuzağı diyor: “Babandan bu ritüelle ayrılabilirsen demir iradeli bir kahraman olacaksın, Roma erdemini ve iyi bir demokratlık rozetini kazanacaksın” Le Pen, narsistik öfkesini yıllarca büyütmüş:
“Babasıyla bağlarını kopararak medeniyetimiz temeli olan kutsal bağı da kopardı. Ulusal Cephe’nin kurucusu ve lideriyle bağlarını kopararak Fransızlarla arasındaki sevgi bağını kopardı”
Ne yazık ki Le Pen için baba katli ailecek işlenen bir suç. Marine’in büyük kız kardeşi Marie-Caroline, babasının şirketi SERP’in hisselerinin yüzde 40’ını aldı. Hızla başka bir yüzde 11’lik pay satın alarak babasını işten attı. Le Pen père* kızlarının ona “çok şey borçlu olmalarına rağmen” hiç sözünü dinlemediklerini ve onlara diksiyon dersleri almalarını önerdiğinde müdahale ediyor gibi algılandığını, “sanki onları ezik gördüğüm için söylüyorum” diyerek şaşkınlıkla onları anlamaya çalışıyor.

Torunu Marion Maréchal ile aynı sevgi-nefret ikilemi içindeler. Eskiden Maréchal-Le Pen soyadını kullanan Marion, siyasete bir süre ara verme kararı aldıktan sonra büyükbabasının soyadını terk etti, “bu da başka bir ihanet.” Ulusal Cephe’nin sert Katolik kanadının önde gelen temsilcisi olarak bu kararı o dönemde Le Pen “mürtetlik”** olarak nitelendirdi. Torununu “hepsinin arasında en yeteneklisi” olarak öven dede Le Pen “hesapçı, bazen soğuk ve mesafeli biri olması ne kadar üzücü” diyor. “Hiçbir şey yapmamış olmak avantaj” fakat ona göre bu durumu “ama bunu abartmamak lazım.”
Kitap bu ırkçı, cinsiyetçi, homofobik zorbanın halk arasında oluşturduğu imajından çok daha çirkin bir karakter olduğunu gösteriyor. Kişisel ve politik ilişkilerdeki entrikaları ve acımasız tutumu sayesinde zengin oldu. Özellikle de savunmasız ve kolayca manipüle edilebilen alkolik bir tanıdığının malikanesine ve mirasına konarak servetini katladı. Ayrıca tüm bunlar onu yaklaşık kırk yıl boyunca zehirli bir siyasi organizasyona liderlik etmeye ve hala etkileri süren bir patriyarkal kontrol ağı kurmaya yönlendirdi.
Le Pen oldukça tembel, aptal ve sahte aristokratik yapmacıklık takınan bir yaratık olduğunu da okuyucuya gösteriyor. Kitap boyunca oldukça çocukça bir şekilde ismini yaşatma takıntısına kapılıyor, bu kendisini “Kader Adamı” olarak atamış olmasına rağmen hala küçük kasabalı kafasından çıkamamış, ünlülerin, servetin ve büyük şehir ışıklarının karşısında hayranlık duyan bir bağnaz olduğunu ortaya seriyor. Herhangi bir ünlülükle ne kadar kısa süre için de olsa karşılaşmaş olması ona sihirli bir hayat sürüyormuş gibi hissettirmiş. Kitap ilerledikçe bu durumu onun kendine acıma eğilimlerini de tetikleyerek her yıl ölen ünlüleri listelemeye sevk ediyor sonunda “adres defterim çeşitli mezarlara ne olduğundan haberim olmayan bir mezarlık” ifadesiyle de doruk noktasına ulaşıyor.
Le Pen’in, kızı Marine’in liderliğiyle sorunu Marine ve eski danışmanı Florian Philippot’nun parti içi eğitimi ve araştırmayı ihmal etmeler ve partinin içini oyarak boş bir kabuk bırakmaları olduğunu ifade ediyor. 1998’de eski parti başkanı Bruno Mégret ile yaşanan ayrılıktan dolayı şikayetçi: “Artık ekranlarda iyi bir izlenim bırakan, güvenilir, yetkin ve yeterli sayıda deneyimli kadrolarımız yok”
“Yakın zaman önce Ulusal Cephe bir ulusal ve uluslararası referans kaynağıydı ama bu artık bitti… Marine’in Ulusal Birlik partisi dönüşüm sürecinden sonra halkın büyük bir kesimi tarafından diğer partilerle aynı, elit bir grup olarak görülüyor. Ben olsaydım eğer Sarı Yelekliler hemen kollarımıza atılırdı. Tamamen açık olmak gerekirse detoksifiye olmak demek düşmanın iletişim ve düşünce kodlarına uyum sağlamak demektir.”
Onun alternatifi ne? Sınırlar kapatılmalı ve ordu ile polisi “güvenli” hale getirecek uygun bir eleme yöntemi uygulanmalı. “Göçmen istilası”na hizmet veren derneklerin araçları ve iletişimleri tıkanmalı. Fransa’ya yasa dışı yollarla girenlere konut, eğitim, iş veya başka hiçbir hak verilmemeli:
“Yeterince kararlı olacak mıyız, gerekirse zalimlik yapacak mıyız? Güney ülkeleri ‘barışçıl göçmenlerini’ üzerimize yıkmaya devam ederse ne yapacağız? Onlar buraya geldiğinde, teknelerini batıracak mıyız? Eğer göçmenlerin teknelerini batırmazsak mahvolacağız.”
Le Pen siyasi kariyerini kendisine yeterli bir seçmen tabanı sağlayacak olağanüstü bir durumun ortaya çıkmasını bekleyerek geçirdi. Şimdi ayaklanmanın yaklaştığını savunuyor ancak bu ayaklanmanın aşırı sağdan gelmeyeceğini belirtiyor: “Eskiden iyi bir militan havuzumuz vardı. Artık kimse kalmadı. Fransız kökenli iyi insanlar ayaklanabilecekleri bir örgütlülüğe ya da zihniyete sahip değiller. Silahlı değiller, eğitim de yapmıyorlar.”
Peki, bu isyan nereden gelecek?
“Fransız kökenli olmayan insanlar. Çoğunlukla Afrikalılar… Paris eskiden bir ‘kızıldı’ sol görüşlü varoş mahalleler vardı, bugün ise ‘yeşil’ oldu. Başkent İslamcı pislikler tarafından kuşatılmış durumda. Homojen, düşmanca ve silahlı yerleşim alanları oluştu. Bir çatışma veya daha kötüsü bir bölünme tehdidi var. Bu bir iç savaşa dönecek ve Fransızlar ile Fransız topraklarında bulunan yabancılar karşı karşıya gelecek. Bu ya da başka bir şey olsun halk ayaklanması tehdidi bizden gelmeyecek. Bizim içimizden kim ayağa kalkar? Artık işçi sınıfımız, köylülerimiz veya orta sınıfımız yok. Bizi temsil eden güçlü, örgütlü bir siyasi ya da dini grup yok.”
Le Pen’in otobiyografisinin iki cildi toplamda bin sayfayı aşıyor. Tahmin edildiği üzere yazar son derece güvenilmez bir anlatıcıdan başka bir şey değil ancak bu ikinci cilt, savaş sonrası Fransa’da faşizmin gelişimini şekillendiren bazı figürlere ve gruplara dair bir perspektif kazandırıyor. Yapılan bazı anketler Marine Le Pen’in gelecek yılki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Macron’a yakın bir sonuç alabileceğini gösteriyor. Popülizm üzerine yapılan çalışmaların genellikle bu tür figürlerin politikalarını anlamak yerine yüzeysel analizlerle yetindiği bir dönemde, bu kitap çağdaş aşırı sağın nereden geldiğini ve gelecekte nereye gidebileceğini hatırlatıyor.
*Père: Baba. Père yazıda Fransızca haliyle korunduğu için çevirirken müdahale edilmedi.
**Mürtet: Müslümanlığı bırakıp başka bir dine geçmiş olan kimse. Desertion olan aslı, nötr bir ifadeye daha yakın olmakla birlikte “din değiştirme” vurguyu vermekte eksik kaldığı için bu ifade tercih edildi.
Bu yazı, ilk olarak 28 Şubat 2021 tarihinde jacobin.com’da Jim Wolfreys imzasıyla yayımlanmıştır. Türkçeleştirdiğimiz versiyonda editöryal kimi değişikliklere gidilmiştir. Yazının orijinalini okumak için tıklayınız.