Yolculuk Çeviri – Uğur Demirbilek
Filistin direnişinin 7 Ekim’deki Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından İsrail’in gerçekleştirdiği saldırganlığı aklamak için yoğun bir propaganda faaliyeti yürütülüyor. İsrail’e ilişkin üretilen mitler çok sayıda insanın aklını bulandırarak katilin maktul, işgalcinin mazlum, katliamın da öz savunma olduğu fikrini pazarlıyor. Bu mitlerden en yaygın olanlarından birisi de İsrail’in Yahudi soykırımının kefareti olarak kurulduğuna ilişkin söylenenlerdir. Decolonize Palestine sitesinde yayımlanan bu yazıyı İsrail işgalinin Yahudi soykırımıyla ilgisiz olduğunun anlaşılması adına Türkçe’ye çevirdik.
Filistin’de Siyonist sömürgeciliğin başlangıcından itibaren, hikayenin anlatımını kontrol etmek için muazzam çabalar sarf edildi. Yerleşimcileri soylulaştıran ve Filistinlileri şeytanlaştıran yeni bir büyük anlatı yaratıldı – tabii Filistinlilerin varlığının kabul edildiği zamanlarda. Tüm kurucu mitolojiler gibi bu da çiğ, çelişkili ve gerçeği defalarca bozacak kadar çarpıtılmıştı. Sonuç olarak, İsrail’in kuruluşunu çerçeveleyen birçok yanılgı bugün bile yaygındır.
Örneğin, İsrail’i Birleşmiş Milletler’in kurduğu efsanesi sinir bozucu bir şekilde hala dolaşımdadır. İsrail’in Holokost nedeniyle -hatta Holokost’un kefareti olarak- dünya toplumu tarafından kurulduğu inancı da öyle. Bu, İsrail’in kuruluşuna bir meşruiyet, yanlışları düzeltme ve geçmişten ders alma havası katmaktadır. Bu elbette saçmalıktır.
Siyonizm ve Filistin
Holokost’tan yaklaşık 80 yıl önce, “Bilu Öncüleri” olarak bilinen bir grup Filistin’e yerleşmeye geldi. Bu grup, Filistin’deki misyonlarını “hem Yahudi ulusunun yeniden canlandırılmasına hem de Yahudi erkekliğinin ve erilliğinin yeniden ortaya çıkmasına katkıda bulunacak şekilde toprağın fiziksel olarak inşa edilmesine” yönelik bir öncülük olarak gören Rus Yahudisi yerleşimcilerden oluşuyordu. Bu grup, bugün anladığımız şekliyle siyasi bir hareket olarak Siyonizm’den önce ortaya çıkmış olsa da, hareketi proto-Siyonist olarak adlandırmak mantıksız olmayacaktır.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde ve o dönemdeki tüm sömürgeci hareketler gibi, orada yaşayan Filistinlilere karşı da aynı küçümseyici ve ırkçı tutuma sahiptiler. Grubun liderlerinden Chaim Chissin, hiç ürün yetiştiremediği bir dönemde günlüğüne şu notu düşmüştü
“Araplar bize ne zaman arpa ekmek için çok geç olduğunu ya da toprağın buna elverişli olmadığını söylese, ‘barbarlara’ büyük bir özgüvenle, ‘Oh, önemli değil’ demekten asla çekinmedik. Toprağı derince süreceğiz, altını üstüne getireceğiz, tırmıkla temizleyeceğiz ve o zaman nasıl bir ürün elde edeceğimizi göreceksiniz! Kendimize büyük sabanlar temin ettik, onları toprağın derinliklerine gömdük ve acımasızca yorulan atlarımızı acımasızca kırbaçladık. Kendimize güvenimizin sınırı yoktu. Araplara tepeden bakıyor, bize öğretmesi gerekenin onlar değil, bu barbarlara bir Avrupalının bu bakımsız topraklarda mükemmel aletler ve akılcı tarım yöntemleri kullanarak neler başarabileceğini gösterecek olanın biz olduğumuzu varsayıyorduk. Tek sorun, bizim Avrupa’daki tarım yöntemlerini sadece kulaktan dolma bilgilerle biliyor olmamız ve ziraatçılarımızın da [Filistin’deki koşullar hakkında] çok az şey biliyor olmasıydı.”
Bilu Öncüleri’ni Hibbat Zion gibi başka gruplar da takip edecekti. Bazıları başarısız olup ayrılacak, bazıları ise kalacaktı. Ancak Siyonist sömürgeciliğin niteliği ve örgütlenmesindeki değişim 1897’de başlayacaktı. İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongreye Avrupa’nın dört bir yanından 200’den fazla delege katıldı. Kongrenin programında Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması ve Siyonistlerin buraya yerleşmesinin koordine edilmeye başlanması çağrısı yer alıyordu. Siyonist kongre, kolonizasyon çabalarını merkezi ve etkili bir şekilde organize eden ve bir araya getiren ilk kongre olmasıyla Filistin’e yerleşmeye yönelik önceki girişimlerden ayrılıyordu.
Filistin’i kolonileştirmeye yönelik tüm bu çabalar Holokost’tan yaklaşık bir asır önce başlamış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız kazanmıştı. 1800’lerin sonunda, siyasi Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, Filistin’i kolonileştirme konusunda yardımlarını almak amacıyla dünyanın dört bir yanındaki emperyalist güçlere mektuplar gönderiyordu. Belki de en meşhuru, Cecil Rhodes’a yazdığı ve İngiltere’nin “sömürgeci genişlemenin” önemini kabul ettiğini savunduğu mektuptur:
“Tarih yazmaya yardım etmeye davet ediliyorsunuz,” diye yazıyordu, “Afrika’yı değil, Küçük Asya’nın bir parçasını içeriyor ve aynı şekilde İngilizleri değil Yahudileri içeriyor. O halde, bu sizin gündeminizin dışında bir mesele olduğu halde, nasıl oluyor da size başvuruyorum? Nasıl mı? Çünkü bu sömürgecilikle ilgili bir şey.”
Yukarıdakilerden de anlaşılacağı üzere, Filistin’in sömürgeleştirilmesi ve etnik temizliğe tabi tutulması Siyonist hareketin başarısı için bir ön koşuldu ve bunlar Birinci Dünya Savaşı’ndan bile çok önce hedeflenmişti.
Uluslararası düzen
Bu yanılgıya ilişkin ikinci sorun, dünya güçlerinin bir ahlak sistemi temelinde hareket ettiklerini ya da “doğru olanı yapmaya” zorlanabileceklerini varsaymasıdır. Tarihe üstünkörü bir bakış bunun ne kadar yanlış bir fikir olduğunu gösterecektir. Fransızlar İkinci Dünya Savaşı’nın ardından faşizmi yenmekle övünürken, Cezayir halkına karşı soykırım uyguluyorlardı. Fransız entelektüeller, Fransız sömürgelerindeki çeşitli halkların kendi egemenlikleri altında yaşamalarının nasıl daha iyi olduğu hakkında yazıyorlardı. O zamandan beri “Müttefikler” kendi çıkarlarını korumak için dünyanın dört bir yanında zalim ve kanlı rejimleri destekliyorlar. De Gaulle’ün bir zamanlar meşhur bir şekilde söylediği gibi, “Fransa’nın dostu yoktur, sadece çıkarları vardır.”
İsrail’in kuruluşunun bağlamı budur; dönemin egemen emperyalist güçleri tarafından, aniden vicdanları sızladığı için değil, çıkarları için stratejik olduğu düşünüldüğü için desteklenmiştir. Bugünkü siyasi manzaraya baktığımızda bu düzenlemede çok az şeyin değiştiğini görüyoruz. Batılı ülkeler “kurallara dayalı bir uluslararası düzen” görüntüsü altında sözde hizmet verirken, eylemleri niyetlerine ihanet etmektedir. İnsan hakları ancak kendi çıkarları için araçsallaştığı ölçüde işe yarar.
Örneğin Rusya’ya uygulanan yaptırımları haklı çıkarmaya çalışan Batılı diplomatik açıklamaları dinlediğinizde, uluslararası hukukun ilke olarak sadakatle bağlı kalınan kutsal bir buyruklar dizisi olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak, aynı diplomatların İsrail’in toprak ilhakı ya da Yemen’deki acımasız savaş suçları hakkında yorum yapmaları istendiğinde kaçamak cevaplar verdiklerini ve topluca omuz silktiklerini duyduğunuzda kısa sürede kendinize gelirsiniz. Pişmanmış gibi davranmayı seven ve soykırımcı geçmişinden ne kadar çok ders çıkardığı konusunda durmadan gevezelik eden Almanya devleti, dünyanın en büyük insan hakları örgütlerinin itirafına göre, bir Apartheid devletine nükleer kapasiteli denizaltılar tedarik etmesini umursuyormuş gibi bile yapmıyor örneğin.
İsrail’in her zaman dünyanın sömürgeci güçlerinin, özellikle de benzer köken hikayelerini paylaşan yerleşimci kolonilerinin desteğini almış olması ve İsrail’in özünde dünyadaki emperyalist hegemonyanın taşeron devleti olması tesadüf değildir. İsrail kurulduğu dönemde bu güçlerin işine yaramıştır ve bugün de bölgede emperyalizmin ileri karakolu olarak işlev görmeye devam etmektedir.
Holokost şüphesiz modern tarihin en büyük trajedilerinden biriydi ve milyonlarca masum insan tarif edilemeyecek kadar acımasız ve endüstriyel bir şekilde katledildi. Ancak şu da bir gerçek ki, sömürgeci tohumları yaklaşık bir asır önce atılmış olan İsrail’in kuruluş nedeni bu değildi. Sömürgeci güçleri İsrail’i desteklemeye motive eden şey pişmanlık değildi; bu güçler sömürgeleştirilmiş birçok halka karşı aktif olarak soykırım uygulamaktaydı. İsrail’in kuruluşunu Holokost’un tövbesi olarak çerçevelemek sadece tarihsel olarak yanlış olmakla kalmıyor, aynı zamanda Filistinlilerin yok oluşu pahasına gerçekleşen bu kuruluşun meşru reddiyesini kasıtlı olarak Nazi soykırımıyla suç ortaklığı olarak resmediyor. Avrupa’nın suçluluk duygusunu Filistinlilere yüklüyor ve Filistinliler; faşistlerin torunlarının sembolik ve boş günah çıkarma arayışlarında, hor gördüklerini iddia ettikleri her şeyin vücut bulmuş hali haline geliyor. Teatral ve gürültülü pişmanlık ve değişim beyanları içeren ama içeriği ve anlamı olmayan bir günah çıkarma… Günün sonunda hiçbir şey, Avrupa’nın pogrom ve soykırım barbarlığında hiçbir suçu olmayan Filistin halkının etnik temizliğe tabi tutulmasını haklı gösteremiyor.
Filistin her zaman sayısız mülteci nüfusuna ev sahipliği yapmış, Yahudilerin zulümden kaçarak Filistin’de güvenli bir yuva bulmaları hiçbir zaman mesele olmamıştır. Mesele, bu bir arada yaşama ideallerinin, en başından beri Filistinlileri küçümseyen ve toprakları ele geçirmeye çalışan Siyonist hareket tarafından hiçbir zaman karşılık bulmamasıdır. Siyonistler örneğin kendi yerleşimcilerinin Filistinlilerle beraber çalışmasını bile yasaklayarak Arap emeğini “hastalıklı” olarak nitelendirdi ve Yahudi olmayanları kabul etmeyen ayrı sendikalar kurdular.
1928’de Filistin liderliği, henüz yeni gelmiş bir azınlık olmalarına rağmen, Siyonist yerleşimcilerin devletin gelecekteki organlarında eşit temsiline izin verilmesi yönünde oy bile kullandı. Elbette Siyonist liderlik bunu reddetti. Bundan sonra bile, 1947’de Filistinliler Manda idaresinin yerine nehir ile deniz arasında yaşayan herkes için üniter bir devlet kurulmasını önerdiler, ama boşuna. Bu jestler, Filistin’e gelip eşit olarak yaşamak gibi bir niyeti asla olmayan Siyonist liderliğin işine gelmediği için bir kenara itildi.
On yıllar boyunca Filistinliler katledildi, evleri çalındı ve yıkıldı, etnik temizlik yapılarak mülteci kamplarına yerleştirildi ve geri dönüş hakları engellendi. Bu sömürgeci güçler bizzat katliamları mümkün kılan koşulları kışkırtırken ve Yahudi göçmenleri kendi sınırları içinde güvenlikten mahrum bırakırken, aynı güçlerin Yahudilerin güvenliği konusunda endişe duydukları düşüncesi saçmadır. Dünyanın dört bir yanındaki Yahudilerin güvende olmak için Orta Doğu’da demografik çoğunluğu oluşturdukları tek bir ulus-devlette yaşamak zorunda oldukları, dünya genelinde mevcut antisemitizmin ortadan yok olmasının hayal olduğu ve bu gerici demografik saplantılı devleti ayakta tutmak için Filistinlilere uygulanan her türlü şiddetin haklı görülebileceği fikri de aynı şekilde saçmadır.
Bu saçmalıklar yerine, bir daha asla milyonlarca insanın mülksüzleştirilip katledilmesini meşru kılacak kadar dehümanize edilmemesi için tüm yaşananların ne anlama geldiğini sorgulamak daha yararlı olacaktır. İsrail hükümetinin ve genel olarak İsrail toplumunun bu devlet adına Filistinlilere yönelik etnik temizliği meşrulaştırma biçimi, Filistinlileri çocuklarını sevmekten aciz, ölümü seven teröristler olarak adlandırmayı, tecavüzü bir toplu cezalandırma biçimi olarak küstahça tartışmayı ve Filistinlilerin toplu olarak başka ülkelere nakledilmesinin lojistiği üzerine ahkam kesmeyi içermekle birlikte bunlarla sınırlı değildir, aslında toplu imhayı mümkün kılan zemini hazırlamaktadır.
Holokost’ta ve sömürgeleştirilmiş halklara yönelik diğer soykırımlarda suç ortağı olan Batılı ülkeler, ırkçı-yerleşimci bir sömürge projesini destekleyerek bu suçlardan aklanamazlar ve aklanmayacaklar. Buna inanmak, İsrail devletinin kurulmasını mümkün kılan gerçek tarihsel koşulları inkar etmek ve hepimizi ırkçı sömürgeci baskıdan ve bunun kanlı sonuçlarından arındırılmış bir dünyadan daha da uzaklaştırmak anlamına gelecektir.