Yolculuk Çeviri – Esma Görmez
Gazze’deki soykırımın üzerinden on ay geçti. Filistinlilerin haklarının inkârı, etnik temizlik, işgal ve İsrail’in yerleşimci vahşeti ise yetmiş altı yıldır devam ediyor. “Yıkım” terimi Gazze Şeridi’ndeki insanların şu anda karşı karşıya olduğu durumu karşılamıyor. İsrail son saldırılarında sistematik olarak eğitim ve sağlık altyapısını hedef aldı: Gazze’deki üniversitelerin her biri, okulların yüzde 80’i ve hastanelerin yüzde 90’ı tamamen ya da kısmen enkaza dönüştü. Tarım arazilerinin üçte biri ve su sistemleri kullanılamaz hale geldi.
Bölgedeki binaların yüzde 50’sinden fazlası yerle bir edilirken bu orankonutlar için yüzde 70’e ulaştı. Ekonomi ise adeta çöktü. Bu rakamlar, ne büyük çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere
120 binden fazla insanın yaralanmasına ve öldürülmesine neden olan ‘ayrım gözetmeyen bombalama kampanyasını’ ne de halihazırda can kaybına sebebiyet veren ve temmuz ortasına kadar Gazze’de bir milyon insanı açlığa sürüklemekle tehdit eden planlanmış kıtlığı açıklar. Sağlık yetkilileri, fiziksel ve zihinsel sağlık durumu konusunda uyarıyor, bu durum Filistinlileri nesiller boyu etkileyebilir. Ancak Filistinliler sadece Gazze’de zulüm görmüyor.
İşgal altındaki Batı Şeria’da, İsrail askeri baskınları ve yerleşimci şiddeti 7 Ekim’den bu yana 100’den fazlası çocuk olmak üzere 500’den fazla kişiyi öldürdü. Aynı dönemde Batı Şeria’nın gayri safi yurtiçi hasılası yüzde 22’nin üzerinde daraldı ve işsizlik nüfusun üçte birini etkiliyor. Bu süre içerisinde İsrail, yerleşim alanlarını hızla genişletmeye devam etti ve mart ayında son otuz yılın en büyük toprak gaspını gerçekleştirdiğini duyurdu. İsrail’in yasadışı yerleşimlerinin tamamı, 1999 yılında Filistin
hükümetine devredilmesi gereken ve C Bölgesi olarak adlandırılan Batı Şeria topraklarının yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Bu yerleşkelerde toprak çalınıyor, kaynak çalınıyor ve daha fazla Filistinlinin hayatını çalınmakla tehdit ediliyor.
2024 yılında artık İsrail’in uluslararası hukuku ihlal edip etmediği ya da savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan suçlu olup olmadığı tartışılmıyor. Aleyhinde dağ gibi kanıt var. Üst düzey BM yetkilileri artık İsrail ordusunu ‘dünyanın en suçlu ordularından biri’ olarak tanımlıyor. İsrail, Güney Afrika’nın açtığı ve şu ana kadar on iki ülkenin daha desteklediği bir davada, Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçundan yargılanıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) başsavcısı, İsrail başbakanı ve savunma
bakanı için tutuklama emri isteyeceğini açıkladı. Hatta BM İsrail’i çocuk haklarını ihlal eden bir ülke olarak kara listeye aldı.
Mevcut durumdan çıkmanın tek yolu acil ve kalıcı bir ateşkes olsa da, Filistin ve ötesinde pek çok kişinin aklında tek bir soru var: Yaşanan acıları sadece bu seferlik değil, sonsuza dek nasıl sona erdirebiliriz?
Tanınmanın Gerekliliği
Siyasi bir çözümden her zamankinden daha uzakta gibi görünüyor olabiliriz, ancak çözümlerden biri aslında hazır ve geniş bir mutabakata sahip: 1967 sınırlarında, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız, egemen bir Filistin devleti ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının uygulanması. Bunun anlamı -İsrail’in Filistin devletine ve mülteci haklarına karşı olduğu, bir Filistin devletinin ortaya çıkma şansını engellemek için açıkça daha fazla yerleşim inşa etmeye kararlı olduğu bir siyasi iklimde- İsrail üzerinde
ciddi ve yoğun bir baskı oluşturmaktır. Bu tanınmayı hem Filistin halkı hem de henüz bunu teklif etmeyen ülkeler için zorunlu kılan çeşitli faktörler vardır. Bunlardan ilki ve en önemlisi, devlet kurmanın tüm halklar için olduğu gibi Filistin halkı için de devredilemez bir hak olduğudur. ‘Tanınma’ İngiltere tarafından özellikle gecikmiş bir durumdur. İngiltere yıllar boyunca birçok fırsatı kaçırmıştır. Filistin’i 1988 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ilk kez bağımsızlığını ilan ettiğinde tanıyabilirdi.
1999’da Oslo sürecinin neticeye ulaşması gerektiği zamanda da bunu yapabilirdi.
Birleşmiş Milletler’in ezici bir çoğunlukla Filistin’e ‘üye olmayan gözlemci’ statüsü verme kararı aldığı 2012’de ya da İngiliz parlamenterlerin oy birliğiyle Filistin Devleti’ni derhal tanıma kararı aldığı 2014’te de
tanıyabilirdi. Son olarak, Balfour Deklarasyonu’ndan 100 yıl sonra, 2017’de, son derece etkili ve sembolik bir hareketle bunu yapabilirdi. Ne var ki tanınma bir türlü gerçekleşmedi.
İngiltere 1917 yılında Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak Filistin’i elden çıkardı ve yerli nüfusu ‘Yahudi olmayan’ topluluklara dönüştürdü. Bugünkü soykırıma giden trajik yola bizi sokan İngiltere’dir ve bunu düzeltmek İngiltere’nin tarihi sorumluluğudur. İkincisi, Filistin Devleti’nin tanınması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası düzenin gerekli ve yasal bir sonucudur. Bu düzenin daha önce hiç olmadığı kadar tehdit altında olduğu bir dönemde evrensel haklar, uluslararası hukuk ve uluslararası kararların bileşenlerinin önceliğini, yeniden ortaya koymaya yönelik önemli bir adımdır.
Kuruluşundan bu yana İsrail, uluslararası sorumluluklarını görmezden gelmeyi ve bunlardan kaçınmayı başarmıştır. Uluslararası insan hakları hukuku ve BM kararlarında yer alan bir hak olan Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkına hiçbir zaman izin vermemiştir. Doğu Kudüs de dahil olmak üzere Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgali, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını elinden alırken bölgede inşa edilen yerleşimler uluslararası hukuka göre savaş suçu sayılmaktadır.
İsrail’in Filistin’de insanlığa karşı işlediği suçlara verilen desteğin sürdürülmesini meşrulaştırmak için ihtiyaç duyulan savunulamaz çifte standartlar, İsrail’in en sadık müttefikleri olan ABD, İngiltere ve AB’nin,
savunduklarını iddia ettikleri uluslararası düzene düşman olduklarını ortaya çıkarmıştır. UCM Başsavcısı Karim Khan’ın, UCM’nin sadece Afrika ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için olduğunu, İsrail gibi Batı’nın himayesinden yararlanan devletler için olmadığını kesin bir dille söylediği
suçlamasından daha iyi bir örnek olamaz. Batı’nın tutarsızlığı kendisini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur: İsrail’in 1967’den bu yana askeri işgalini sürdürmekle kalmayıp bunu yerleşimlerle
pekiştirmesine izin verilmesi, küresel düzene olan inancın yeniden tesis edilmesi, küresel kurumlara olan inancın yeniden oluşturulması ve Batılı ulusların rolüne olan inancın yeniden kurulması için düzeltilmesi gereken uluslararası sistemin dehşet verici bir şekilde kötüye kullanılmasıdır.
Son olarak, bu şiddet döngülerine bir son verilmesinin planlanmasına ihtiyaç vardır. İsrail ve Filistin arasında barışı tesis etmeye yönelik başarısız Oslo sürecinin en büyük kusuru, nihai hedefin belirsiz bırakılarak İsraillilerin, her şeyin kapanın elinde olduğu inancını beslemesi ve teşvik etmesiydi. Bu
inanç şimdi ters yüz edilmelidir. Nihai hedef tüm taraflar için netleştiğinde – İsrail’in 1967 topraklarındaki işgalinin yasadışı olduğu ve sona ermesi gerektiği – o zaman müzakereler modaliteler ve uygulama etrafında yoğunlaşabilir.
Tanımanın sadece barış sürecinin bir sonucu olarak ya da bu süreç sırasında gerçekleşmesi gerektiği fikri Oslo’da denenmiş ve başarısız olmuştur. Sadece tanımanın doğası gereği egemen ülkeler tarafından
alınan tek taraflı bir karar olduğu gerçeğini değil, aynı zamanda İsrail’in aynı engelle hiçbir zaman karşılaşmadığını da göz ardı etmektedir. Filistinlilerin bağımsızlık ve kendi kaderini tayin hakkı, neden açıkça buna karşı çıkan bir İsrail’e rehin bırakılsın? İzlenmesi gereken yol, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme ve geri dönüş hakları üzerindeki İsrail veto yetkisinin kaldırılmasını gerektirmektedir. ,
Bizi bulunduğumuz noktaya getiren tam da bu fiili veto hakkıdır. Derhal tanıma aynı zamanda taraflar uygulama konusunu görüşürken oyun alanını da eşitler: bu tür müzakereler artık İsrail ile
‘Filistinliler’ arasında değil, İsrail ile Filistin arasında olacaktır. Gelecek Gazze’deki yeniden inşa projesi başlı başına ürkütücü. Hasar o kadar büyük ki, bazı BM tahminleri yeniden inşanın seksen yıl kadar sürebileceği
uyarısında bulunuyor. Sadece konutların yeniden inşası bile on yıllar alacaktır. Uygun bir yeniden inşa projesinin, yollar, kanalizasyon sistemi ve su arıtma tesisleri de dahil olmak üzere Gazze Şeridi’nin halihazırda yaşadığı altyapı eksikliklerini de gidermesi gerekecektir.
Gazze’nin elektrik santrallerine ve İsrail’e bağımlı olmayan bir elektrik şebekesine ihtiyacı olacaktır. Ancak tüm bunlara, Filistin davasının kapsamlı bir çözümüne doğru ilerlemek için, temel nedene, yani İsrail’in işgaline ve bunun sonucunda Filistinlilerin özgürlük, kendi kaderini tayin ve geri dönüş haklarının inkârına yönelik ortak bir siyasi çaba eşlik etmelidir.
Bu, acil bir ateşkesin ötesinde, İngiltere ve İsrail’in diğer müttefikleri tarafından Filistin Devleti’nin derhal tanınmasını gerektirmektedir. Bu çabayı göstermezsek, gelecekteki şiddete açık kapı bırakarak herhangi bir yeniden yapılanmayı daha başlamadan baltalamış oluruz. Elbette tanıma tek başına yeterli değildir.
Yasaların ve kararların uygulanması için sağlam mekanizmalar olmalı ve bu kararlar İsrail’i uymaya zorlayacak yaptırımlar ve silah ambargoları içermelidir. Bu tür bir uygulama için gerekli uluslararası kurumlar zaten mevcut: Tek yapmaları gereken, özellikle de İsrail’in ABD, İngiltere ve AB’deki müttefiklerinin, gerektiğinde hukuku uygulamakta kararlı olmaları.
İsrail’in müttefikleri şu ana kadar İsrail’e anlamlı bir baskı uygulama konusunda son derece isteksiz davrandılar. Ancak onlar da Filistinlilerin haklarına yönelik halk desteğinin kabarmasına ve on aydır dünyanın dört bir yanındaki başkentlerin sokaklarında düzenli olarak görülen ve 1980’lerdeki apartheid karşıtı hareketle kıyaslanabilecek küresel bir taban hareketine dönüşen kitlesel gösterilere karşılık vermelidir. Tanıma her şeyden önce siyasi, diplomatik ve hukuki bir netlik sunuyor. İsrail hariç tüm dünyanın arzuladığını iddia ettiği barış durumuna bir an önce ulaşabilmemiz için netlik, siyasi irade ve uluslararası hukuka bağlılık şart olacaktır.
Bu yazı ilk olarak 2 Ağustos 2024 tarihinde Tribune’de Husam Zomlot tarafından yayımlanmıştır. Türkçeleştirdiğimiz versiyonda editöryal kimi değişikliklere gidilmiştir. Yazının orijinal halini okumak için tıklayınız.